26 Aralık 2013 Perşembe

Gerekçesiz Darbeler



Türkiye’de Cumhuriyet, 1923 yılında ilan edildi ancak demokratik bir cumhuriyet olmayı pek başaramadı. Demokrasinin kör topal yürümesini ilke edinmiş ve bu eksik demokrasinin varlığından “itibar ve etkin sınıf” olmayı sağlamış bulunan kesimler, 2002 sonrasında ilerleyen demokrasiden çok rahatsızlar. İnsan hak ve hürriyetleri bağlamında yürürlüğe giren her demokratik uygulama “eski düzen” taraftarlarını çileden çıkarmaya yetti. Eksik demokrasi uygulamaları nedeniyle mağdur olan halkın büyük çoğunluğu sağlanan yeni haklar çerçevesinde her sahada varlığını hissettirince ipler koptu.

2002 sonrası meydana gelen daha doğru bir ifade ile oluşturulan olaylar düşünüldüğünde,olay sebeplerinin tamamen ülke gerçekleri ile alakası olmayan “sudan sebepler” olduğu net bir şekilde görülecektir. Örneğin yıllarca irtica öcüsüyle direkt ve endirekt şekilde Müslümanlar ezildi, hakları yenildi ve ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutuldu. Garip ama dün cemaatleri en büyük düşman ve irticanın odağı kabul eden zihniyetler şimdi tuhaf bir şekilde el ele, kol kola Başbakan Erdoğan’ı ülke yönetiminden uzaklaştırma işbirliği içerisindeler. Gezi olaylarının hangi bahanelerle organize edildiği hâlâ anlaşılmadı mı? MİT Müsteşarı üzerinden Başbakana 7 Şubat 2012 tarihinde yapılmak istenenin bir darbe olduğunda hemen herkes mutabık değil mi?

Türkiye’de darbelerin ilk defa Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan Buçuktepe darbesi olduğu biliniyor. Darbeler, meşruiyet kuralları içerisinde iktidarda bulunan gücün yerine silah zoru veya fitne fücur neticesinde gelmek arzusu devam edegelmekte olan bir geleneğimizdir. Toplum çoğunluğu tarafından tasvip edilmeyen darbeler, sadece elem verici olmuştur. Sezar’ın diktatör olduğu ve halkın bir kısmı tarafından sevilmediği için en yakınında bulunan Ateist; fakat cumhuriyetçi olduğu söylenen Brütüs’ün de içinde olduğu darbeciler, Sezar’ı öldürmelerine rağmen halk tarafından büyük bir tepki ile karşılanmış ve darbeciler çareyi kaçmakta bulunmuşlar. Son gelişmelerden de anlıyoruz ki Başbakanın çok yakınında Brütüs’ler var. İlk fırsatta Başbakanı arkadan hançerleyecek ve varlığı bilinen örgütlerin yardakçılığını yapanların sonu Brütüs’ten farklı olmaz. Kuraldır: Her darbe ve ihtilal ilk önce “kendi yoldaşlarını” yer.

12 Padişahı ve bir Başbakanı idam ile bir Cumhurbaşkanımızı şüpheli ölüm ile alan gizli ve açık darbeler biliniyor ve darbeciler artık tanınıyor. İlk defa Cumhuriyetin giderek demokratik haklarla donatılması neticesinde gücünün farkına varan halk, açıktan ve alenen Başbakanı darbecilere yedirmeyeceği konusunda çok kararlı bir şekilde irade beyanında bulunmaktadır.

Son yıllarda, insanın devlet için olmadığı fakat devletin insanlar için olduğu anlayışını idrak eden insanların sayısının giderek artmasının yanı sıra, yine daha önce yapılmayan ve şimdi meydana getirilen ekonomik gelişmelerin de farkına varan bir toplumun darbecilere verecek avansının olduğuna inanmıyorum. Her fırsatta ülkede olay çıkaranların varlığına ve düşünce yapılarına bakmak insanlara yeteri kadar fikir veriyor.

Daha önceleri korkutulan ve sindirilen insanları darbelere alet etmek artık kolay değil. Her söylenen doğru değildir. Araştırmak bir görevdir. Her kavuklunun âlim, her prof. ve Yard. Doç.ünvanlı kişilerin iyi niyetli olmadığı, bu tip kötü niyetli kişilerin varlığı bilinmekle, ortaya atılan her dedikoduya inanmamak gerektiği hakkında kanaat sahibi olan insanların varlığı eminim ki ülkemizi felâkete sürükleyen darbe girişimlerini sekteye uğratacak en büyük güçtür.

Ahır sekisinde oturup İstanbul türküsü söyleyenlerin kimliği açığa çıkmıştır. Hevesleri kursaklarında kalacaktır. Ağaların, beylerin, elitlerin değil; bundan sonra halkın dediği olacaktır.

Hükümeti ve özellikle Başbakan’ı hedef alan organizasyonların birçok uyduruk gerekçelerinin yanında Muhsin Kızılkaya’nın NTV’de dile getirdiği gibi, Türkler ve Kürtler arasındaki kalıcı barış sağlanması için yapılan çalışmalar neticesinde bir imparatorluğun d0ğacağı fikrini ciddiye almak gerekiyor. Bu düşünce en başta dış güçleri korkutuyor. İçeride bulunan hainler de fırsattan istifade gönüllü kemik kemirmeye talip.

Sonuç itibarıyla, yavaş fakat emin adımlarla ilerlemeye devam eden ülkemizin başına çorap örülme işi devam ediyor. Halk, kimin yanında veya karşısında durması gerektiğinin bilincinde…


20 Aralık 2013 Cuma

Milletin Duasını Alan Başbakan


12.08.2013 tarihinde CNN Türk TV’de yayımlanan Ankara Günlüğü programında, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Gezi parkına katılanlar ve dış ülkelerden yapılan destekler onurumuzu kurtardılar. Onurumuz oldular.” demişti. Yakarak, yıkarak, sokaklarda terör estirerek, dükkân ve bankaları talan ederek, altı insanın ölümüne neden olarak hangi onur kurtarıldı bilmiyorum. Gezi eylemlerinin iç ve dış muhalif güç odaklarının işi olduğunun da itirafıdır.
Elini vicdanına koyan ehli insaf sahibi insanlar görüyor ve biliyor ki, Türkiye gelişiyor, büyüyor ve özellikle insana ait haklar ve özgürlük alanında ilerliyor. Cumhuriyet “ileri demokrasi ilkeleri” ile donanıyor. Ekonomik gerçekleri hâlâ görmeyen varsa onları da Allah’a ayrıca havale etmek lazım.
Gezi isyanında, yeşili koruma argümanı kullanılarak meşru hükümet devrilmek istendi. İnsan şeref ve haysiyeti ile asla bağdaşmayan, avamın en alt tabakalarının kültür yapısı içerisinde bile alenen söylenemeyecek küfürler, “çok yüksek kültüre sahip!” oldukları iddiasında bulunan çapulcular tarafından hem yazıldı hem slogan olarak atıldı. Bu ruh hali “Gezi zekâlı” kalabalıkların hıncının, öfkesinin aslında Başbakana olduğunu deşifre etmişti. Zannediyorlar ki Başbakan uzaklaştırılırsa her şey daha kolay olacak ve “eski düzen” işleyecek. Ama bilmedikleri bir şey var ki o da gittikçe demokratikleşen cumhuriyetin sağladığı haklarından asla vazgeçemeyecek bir halk var. Başbakanın karizması, onun milletin genleri ile uyuşan anlayışından kaynaklanıyor. İnsanlar kendilerinden biri olarak gördükleri başbakan’ı asla kimseye yedirtmez. Evet, Başbakan Türkiye’nin hiçbir düşmanını sevindirmiyor. Yerli ve yabancı düşmanlar, emellerine bu iktidar ve özellikle Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile ulaşamayacaklarından artık çok eminler. Normal yollardan gidemeyeceği anlaşılan Başbakan’ı entrika ve iftiralarla yıpratmanın daha uygun olacağı ve böylece halk nezdinde ki itibarının yok edileceği sanılıyor.
Artık herkes biliyor ki bu iktidarın elinde Alaadinin sihirli lambası yok. Başbakanın öncülüğündeki hükümetin yaptığı işlerin en başında hırsızlara kaptırılan paraların artık ekonomik yatırımlara, eğitime, sağlığa, adalete, memura, işçiye, köylüye ve esnafa gitmesini sağlamak olmuştur. Rahatı kaçanların, huzursuzluğunun temelinde yatan tek gerçek budur.
Hırsızların, haram yiyenlerin, rüşvet alan ve tabiî ki verenlerin nezdimizdeki değeri, cehennemlik olduklarıdır. Çünkü “rüşvet alan da veren de cehennemliktir.” Yasaların uygulanması neticesinde verilecek yargı kararları karşısında hiç kimsenin bir diyeceği olamaz, olmamalıdır da. Her suçlunun cezasını çekmesi, adil devlet anlayışının temel ilkesidir. Suçlular cezalandırılmalı ki toplumda huzur ve güven olabilsin. Kim veya kimin oğlu olduğuna bakılmaksızın uygulanan adalet tamdır.
İç ve dış basında, yapılan operasyonların arkasında, nedense “Hizmet hareketi” denilen cemaatin olduğu söyleniyor. Cemaatin “dershaneler” olayı ile umulmadık hatta aşırı bir reaksiyonla savunma ve taarruza geçmesi de kamuoyundaki sempatizanları tarafından bile “acabalar” ile karşılandı. Ancak bir olayı değerlendirirken tek taraflı davranmamak esas olmalıdır. Bazen iki taraf arasındaki husumet bir üçüncü tarafın eline fırsat verir ve dikkatlerden kaçar.
Türkiye’nin son on yıllık zaman zarfında her alandaki ataklarından o kadar çok rahatsız olan taraf var ki bunları gözardı etmek doğru değildir.  
Gezi isyanı ile onurlarının kurtarıldığına inanan CHP genel Başkanı bilindiği gibi kısa bir süre önce ABD’ye gitmişti. Bu operasyonlar olmasa idi bile CHP’nin, siyaset argümanları nedeniyle yadırganacak olan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardne ile bir öğlen yemeğine davet edilmesi fısıltılara sebep oldu. İnsanların ağzı torba değil ki…
Asıldıktan sonra Adnan Menderes’e, şüpheli ölümünden sonra Özal’a duaların devam ettiği herkesin malumudur. Ancak Allah gecinden versin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için daha sağlığında duaların yapıldığını biliyorum. Üzülmesin, ayağı sendelemesin, düşmanları karşısında zaafa uğramasın, ümitsizliğe kapılmasın; sağlık ve sıhhat içinde millete hizmet edebilsin diye halkın dualarında yer alan başka bir siyasi lider var mıdır?
Başbakanın milletin günlündeki yerinden sökmeye de hiçbir odağın gücü yetmez. Çünkü yapılan hizmetler ortada. Ülke ve millet için yapılan hizmetleri görmeyenler, idrak edemeyenler, arkasında halkın olduğu Başbakanı yok etmek için fırsat kollayanlar aptal değilse nedir?
Konrad Adenaur: “Allah insanın zekâsına sınır koymuş fakat aptallığına sınır koymamış.” diyor. İnşallah aziz Nesin haklı çıkmaz…            

                                                                                                            

19 Aralık 2013 Perşembe

Boşuna mı Yaratıldık,Başıboş muyuz?


Köroğlu’nun babası, Bolu Beyi’nin beğenmediği tay yüzünden hakarete uğramış ve gözlerini kaybetmişti. Beğenilmeyen tayı öylesine bir yetiştirecekti ki Bolu beyi onu gördüğünde ağzı açık, yüreği korkudan pır pır edecekti. Çelimsiz tayı, hiç ışık görmeyen bir ahırda yedirip içirdi ve sonunda efsane olan atı yetiştirmiş oldu. Adolf Hitler, Musollini, Marks, Lenin, Stalin gibi despotlar at yerine koydukları insanları karanlıkta eğitmek işini idealize ederek topluma ve dünyaya kan kusturdular.

Şartlandırmalı eğitimlerle bazı hayvanların kısmen eğitilebildiği gibi, aklî melekelerini kullanamayan bir kısım düşük zekâ sahibi insanların da hayvanlar gibi eğitilerek istenilen şekle sokulabileceği anlaşılıyor.

Hayvanlarda akıl var mı, var ise insan aklı ile kıyası mümkün mü? Değildir elbet. Olsaydı onlar da insanlar gibi yaptıklarından sorumlu olurlardı. Hatta aklı yetersiz insanlar bile sorumluluktan muaftırlar. Hem Allah indinde hem de beşeri kanunlarda bu böyledir. Ancak aklını, düşünmek ve anlamak fonksiyonundan mahrum bırakarak hazır bilgileri sahiplenen insanlar sorumluluklarından kurtulmuş olamaz. Allah tarafından İnsana, iyi ile kötü, yanlış ile doğru, zarar ile fayda seçeneği sunulmuşken kendi aklını rafa kaldırıp birilerinin fikirlerine tabi olmak, insana yakışmaz, fıtrata uygun düşmez.

İnsan dâhil her şey Allah’ın “Ol!” demesiyle var olmuştur. Yoksa E = mc2 formülüne göre değil. Mu’minun Suresi 115.ayette: “Bizim, sizi boşuna yarattığımızı, sizin bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?” buyurulmuştur. Yani yaratılışımızın bir anlamı var. Boşuna yaratılmadığımıza göre bir görevimizin olması da tabiidir. Görev varsa sorumluluk ta vardır. Görevi yapıp yapmamakta serbest bırakılmış olmak ile sonuçlarına katlanmaktan kurtulmuş olmuyoruz. Neticede bizler emirlere muhatap insanlarız yani verilen emirleri yerine getirmekle mükellefiz. İman ile yürürlüğe giren mükellefiyetin esas ilkesi, Hud Suresi 2.ayetinde belirtilmiştir:Allah’tan başkasına kul olmayınız.” İnsan olmanın temel şartı budur. Çünkü Allah’a kul olan insan özgür insandır. Özgür insan, serbestçe düşünen ve kararını iradesi ile verendir. Tercihlerinde tamamen serbesttir.

Girişteki örneğe dönecek olursak, bir hayvan olan atın eğitilmesi, semirtilmesi ve fıtratına uygun cevvallikler kazandırılması gayet normal. Ona alışkanlıklar kazandırılması, hayvanın aklından değil, tam tersi yeterli bir akıla sahip olmadığındandır. Hitlerin, Musollini’in, Marks’ın, Lenin’in faaliyetleri ise akıl sahibi insanlar kullanılarak yapılmak istenen bir eğitimdir. Hayvanları istenilen şekilde kullanmak mümkün iken akıl sahibi insanları hayvan derekesine indirgeyip üzerinden ameliyeler yapmak o kadar kolay değildir fakat imkânsız da değil. Çünkü bazı insanlar aklını yeterince ve özgürce kullanmak iradesinden yoksundur. Bu dünyanın çekilmez hale gelişinde en büyük rol, işte bu akıl eksikliğine sahip iradesiz insanlar yüzündendir. Yeryüzünde ne kadar hayvan varsa o kadar da hayvan karakterli insan var. Hayvan olduğu halde ve insan aklı ile kıyaslanmayacak derecede düşük bir akla sahip olan hayvanlar arasında öyle hayvanlar var ki onlar ne tür eğitime tabi tutulursa tutulsun asla kimliğini oluşturan karakterine zarar verilemez. O ne ise odur. Bir Aslanı hangi eğitime tabi tutarsanız tutun; çakal karakterli yapamazsınız. Ama hayvanları eğitim metodu olan şartlandırmaya toplum tabi tutulduğunda zayıf zekâya sahip insanların, olması gereken derecenin çok aşağılarında olması mümkündür.

İnsanlar, Jean Paul Sartre’nin dediği gibi, ne yapacağını bilmez halde dünyaya bırakılmış değillerdir. Tam tersine, ne yapacaklarını bilir halde dünyaya gelmişlerdir. Bilimin, zaman içerisinde yeni keşiflerle, bugünün doğrusunu değiştirebildiği bilgiler ile kesin değerlendirmelerde bulunmak sağlıklı işleyen aklın ürünü değildir. Bu tür yanlış kanaatlerin nedeni, Allah’ın yani bir yaratıcının varlığı fikrine inanmamak üzerine aklın sınırlı bilgisi ile edinilen fikirlerdir.

Bakara Suresinin 31.ayetinde, her türlü bilginin, insanları atası olan Âdem peygambere öğretildiği, ancak bir kısım insanların sıkıntıya düştüklerinde Allah’a yönelmelerine karşılık, sıkıntıda olmadığı zamanlarda ise verilen nimetlerin, kendi aklı ve bilgisinden kaynaklı olduğunu zanneden insanlar, şüphesiz varlığının idrakinde olmayanlardır.

Günümüzde her şey çok hızlı olmaktadır. Daha bir olayın ne olup olmadığı anlaşılmadan bir başka olay ile karşılaşmaktayız. Toplumda birey olarak varlığını sürdürebilmenin bir gereği olarak, olaylara bigâne kalınmadığından hemen herkes konuşmayı, yorum yapmayı marifet kabul etmekte. Bu bilgilerin kaynağı ise kendi aklı ve zekâsı ile değil, toplumda öne çıkan kişilerin, grupların, kanaat önderleri veya bağlı oldukları cemaat liderinin görüşleridir. Niyetleri farklı odaklar tarafından oluşturulan hazır bilgilere, yorumlara teslim olan insanların durumu, Köroğlu’nun babasının karanlık ahırda beslediği attan ne farkı var ki?

İnsanların, gerçekleri bilmemesi, doğru olanı bulmaması için başta şeytan olmak üzere ona gönüllü yardımcılık eden çeşitli fitne ve fesat odakları var. İnkârcılar zaten belli ve kendilerini gizlemiyorlar. Fakat en tehlikelisi münafıklardır. Münafıklar her gün yeni fitneler üretmektedir. İnsanları işin aslını öğrenemeyecek bir şekilde korkulara maruz bırakıyorlar. Çeşitli desiseler ile kamuoyu oluşturma çabasından asla vazgeçmiyorlar.


İnsan olarak başıboş bir halde bırakılmadığımızı (Kıyamet Suresi,36.Ayet) ve Allah’a hesap vereceğimizin bilincinde olarak, üretilen fitnelere, korkulara teslim olmamak için işin aslını öğrenmek lazım. Bunu yapmadığımız takdirde, ülkemizde temel taşları döşenmekte olan özgürlük yollarını kapatmış oluruz.           

10 Aralık 2013 Salı

Veda Hutbesi ve Nefret Yasası

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAS), hicretin 10.yılında 100.000 kişiyi aşkın sahabesine Arafat ve Mina’da yaptığı konuşma, esas itibarıyla insanlık için ideal ilkeler içeriyor.

Peygamberimiz bu hitabında ashabına ve dolayısı ile bütün Müslümanlara: “Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!” emrinde bulunuyor.

Ne yazık ki peygamberimizin vefatı sonrasında, İslâm âleminde veda hutbesinde belirtilen ilkeler ve tabiatıyla İslâm Dininin ruhuna uygun düşmeyen birçok aykırı hareketler meydana geldi. Meydana gelen olayların asıl nedeninin dünyevi hırslar olduğu da açıktır. Müslümanlar arasında meydana gelen olayların, çatışmaların izahında ise genellikle tek suçlu gösterilir: Emeviler. Emevilerin yaptığı kötü ise neden aynı “kötü işler” yapılmaya devam ediyor?

Eski sapıklıkların başında “şirk ve kavmiyetçilik” geliyor. Şirk dinden, kavmiyetçilik  –özellikle ırk temelli- ise barıştan uzak durmayı tabii kılıyor. Şirke sapanların zaten Müslüman olmadıkları ve İslâm ile bir bağları kalmadığından konumuz dışındadır. Müslümanlar için fitne ve fesada kaynaklık eden “kavmiyetçilik” maalesef halen geçerliliğini korumaktadır.

Kavmiyetçilik, ilkel bir düşünce tarzı olup, kendi kavminden olmayanları üstün vasıflandırmak ve diğer kavimleri, mensubiyetleri aşağılamak, küçük görmektir.  Kavmiyetçilik, Yahudilerde itikad esaslarından kabul edilmiş ve kendi kavmini diğer kavimlerin efendisi olarak görmektedir. İslâm öncesi Araplarda kavmiyetçilik yaygın olup biri birlerine karşı üstünlük iddiasında bulunurlardı. İslâm, kavmiyetçiliği yasaklamıştır. Arab olmayanın Arab’a, Arab olanın Arab olmayana üstünlüğünün olmadığı fakat üstünlüğün ancak takva ile olduğunu buyuran bir peygamberin ümmetiyiz.

İslâm’da olmayan kavmiyetçilik, ne yazık ki, Müslüman’ım diyen bir kısım insanlar tarafından şiddetle savunulmaktadır. İdeoloji ve doktrin haline getirilen kavmiyetçiliğin Müslümanlar arasında taraftar bulması, sevgili peygamberimizin kesin bir dil ile yasakladığı “eski sapıklıklara” dönüştür. Çünkü bu ilkelliğe dönüş, müslümanları, İslâm’da olmayan ve şimdilerde “Nefret Söylemi” ve “Nefret Suçları” diye tanımlanan suçlara ve günahlara sürüklemektedir.

Peygamberimizin hicretin 10.yılında ifade ettiği hakların bir kısmı daha yakın zamanlarda, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile 1948’de,Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme ile 1972’de,Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından 1997’de alınan kararlar ile vaz geçilmez haklar olarak kabul edilmiştir. Ayrıca “Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi” 2001 yılında aldığı tavsiye kararında, ırkçılığın bir düşünce olmadığını; suç olduğunu kabul etmiştir.
           
           Hükümetin,”Nefret Yasası” ile ilgili olarak yaptığı çalışmayı destekleyenler arasında, Alevi Kültür Dernekleri, LGBTT, Ermeni, Protestan, Süryani ve Uluslar arası Af Örgütü Türkiye Şubesi gibi STK’ların bulunması ve bunların kamuoyu nezdindeki itibarlarının şüpheli olması, yasaya karşı tedirginliği artırıyor.

Yasaya karşı çıkanların temel endişelerinden biri, Siyonizm tehlikesinin devam ediyor olması. Örneğin ülkemizde, İsrail zulmüne karşı sıkça yapılan mitinglerde “kahrolsun İsrail” gibi slogan atanların durumu “nefret suçu” veya “nefret söylemi” kapsamında mı değerlendirilecek? Yasa ilgili en büyük endişelerden birisi de “Terörist Başı” olarak bilinen ve ağırlaştırılmış müebbet hapis ile mahkûm bulunan Öcalan ve diğer suçluların siyasete girebileceği düşüncesi ciddi endişeler meydana getiriyor. PKK ile yapılan müzakerelerin sonucu olarak yasanın getirildiği iddiasının kamuoyunda karşılığı yok ama “çeşitli endişelerin giderilmesine” ilişkin yapılan açıklamalar yetersiz duruyor.

Nefret Söylemi, Adolf Hitler liderliğindeki Nazi İdeolojisinin savunulması, özellikle Yahudi soykırımının inkârı ve ırkçılık içeren tezlerin varlığının devamı ve Yahudilerin yoğun propagandası ile uluslar arası gündemde yer almıştır. Irkçılığın İslâm nazarında herhangi bir değerinin olmadığı açıktır.

İktidarın, şimdiye kadar yaptığı çalışmalarda milletin ve devletin aleyhine olabilecek herhangi bir yanlış kararının olmadığı her ne kadar büyük bir güvence sağlıyorsa da, yinede bir kısım “endişelilerin” şüphelerinin giderilmesin yönelik açıklamaların yapılmasında fayda var.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı da (AGİT) ,bir kişinin ırkı, dili, dini, etnik kökeni, cinsiyeti, v.b. özellikleri nedeniyle sözlü veya fiili saldırıya uğramasını nefret suçu olarak kabul etmiştir.

Toplum huzuru ve insanlığın mutluluğunun tek kaynağı İslâm’dır. Yaşanılan insanlık dramlarından sonra insanlık, İslâm’ın hayati derecede önem arz eden kurallarını kabule kendisini zaman içerisinde mecbur hissetmiştir. Yapılan çalışmaları peşinen korkulara dayalı düşünceler ile değil de akıl ve mantığın kuralları çerçevesinde değerlendirmekte fayda var.

Düşünce ve ifade hürriyetini zedelemeyen, sınırlandırmayan ve tabii olarak nefret uyandıran eylemlerin ise suç kapsamında değerlendirilmesi ve bir an önce hayata geçirilmesinde fayda var.

Ülkemizi ve insanımızı en çok mağdur eden ve bugün hâlâ sıkıntılarını çektiğimiz dertlerimizin en başında, nefret duygusundan kaynaklı meseleler gelmektedir. Hiç bir etnik azınlığın bir diğerine üstün olmadığı inancında olan Müslümanın kaygıları ile bu yasaya karşı çıkanların kaygıları aynı değildir.

Temel ilke Peygamberimizin: “Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!” emri olmalıdır.

5 Aralık 2013 Perşembe

11 Eylül,Orta Doğu ve Türkiye




ABD,11 Eylül saldırısına maruz kaldıktan sonra, dünyada siyaset adeta yeniden şekillendirildi. Özellikle dış politikada, dost ve düşman ülke tanımı yeniden yapıldı. Bunu 11 Eylül sonrasındaki uygulamalardan anlıyoruz. 11 Eylül’ün senaryo olduğu kanaati oldukça yaygın. En çarpıcı iddia o zamanlar ABD başkan yardımcısı olan Dick Cheney tarafından orduya, uçaklara müdahale edilmemesi emrinin verildiğidir. Binanın patlama ve yangın çıkış şekli üzerindeki iddialar ve şüpheler hâlâ devam etmekte ve insanları ikna edici mantıklı bir izah yapılamamıştır. İnsanlarda bazen, hiss-i kabl-el vuku marifetiyle oluşan kanaatler gerçekten de hakikatin ta kendisi oluyor. Belki ispat edilemez ama o olayın öyle olduğu fikrini insanların kafasından söküp atamazsınız.

İnsanlara bu da olmaz dedirten senaryoların, bazen o günün şartları dâhilinde iktidardaki güçlerin amaçları doğrultusunda kullanıldığında şüphe yoktur.1980 darbesi sonrasında darbeciler tarafından yapılan açıklamalar bu tezi teyit ediyor. Bir kısım üst düzey darbeci general, darbenin yapılma ortamının oluşturulması ve darbeye dayanak sağlanması açısından devam eden anarşik eylemlere göz yumulduğu ve hatta hızlandırıldığına dair açıklamalar yaparak itiraflarda bulundular. Anarşiden illallah diyen insanlar, darbenin yapılması ile rahat bir nefes aldılar, minnettar kaldılar!

Komünist teröristlerin, ortalığı kan gölüne çevirdiği o günlerde, insanların her şeyden önce can emniyetleri yoktu. Terör ortamının “olgunlaşması” ile darbe yapanlar, sağlıklı yorum yapma yetisini kaybedenler tarafından sevinçle karşılandı. Ama halk, bir belâdan kurtulmanın sevincini yaşarken başlarına gelecek daha da beter olaylardan habersiz idi.1980 darbesi sanki PKK’nın doğumu için yapılmıştı. Komünist ve sol, ırkçı teröristler susturulmuş fakat PKK bünyesinde devamı için adeta bütün yollar açık bırakılmıştı.

Bilerek veya bilmeyerek PKK’nın gelişimine seyirci kalanların vatan ve millet düşmanı oldukları gibi bir kanaate sahip değilim. Tam aksine onlar aşırı vatan ve millet sevgilerinden bu belâ örgütün gelişimine yardımcı oldular! Ulusalcı anlayışın ideolojisinde, yıllar süren süreç içerisinde Türkleşmeyen Kürtlere karşı harekete geçmenin zamanının geldiğine inandırılanlar, açılan balyoz, Ergenekon gibi davalar ile yaptıkları aşikâr olmuştur.

Anarşiden bıkan halkı bir süreliğine de olsa rahatlatmak için yapılanların sonucu maalesef beklendiği gibi olmamış ve ülke yıllar süren bir başka terör ile inletilir hale gelmiştir. Şimdi bu terörden kurtulmanın ve ülkede yeniden birliğin sağlanması için yapılan çalışmalar bilinen güçler tarafından engellenmeye çalışılmaktadır. Başka senaryolar ile kafalar karıştırılmaktadır.

ABD gibi bir ülkenin dünyanın herhangi bir yerinde uçan kuştan bile haberi var iken nasıl oluyor da kendi ülkesinde Ticaret merkezine yapılan bir saldırıdan haberi olmaz. Mümkün mü? Değil elbet; çünkü ABD yeni politikaları için zemin oluşturmak zorunda idi ve bu 11 Eylül senaryosu gerçekleşmiş oldu.

Aslında 11 Eylül olayı ile bütün ülkelerin dış politika paradigması değişti.11 Eylül’ün mantığını kavrayanlar oldu, kavramayanlar oldu. Halkımızın, işi siyaset olanlardan daha zeki olması neticesinde Ak Parti iktidara getirildi. Yani durduk yerde halkın Ak Parti teveccühü olmamıştır. Çünkü değişen dünya şartları içerisinde var olabilmenin yolu, aktif bir dış politika ile mümkündür. Türkiye, bugün eğer Orta doğu ülkeleri gibi perişan değilse biliniz ki bu paradigma değişiminin anlaşılmasından kaynaklıdır.

Kurtlar sofrasında yer almayanlar, kurtların artıkları ile yetinmek zorundadırlar. Başbakanı BOP ile küçük düşürmeye çalışanların ufku ne kadar dar anlamak lazım. Olup bitenlere seyirci kalmak, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mantığı statükocu zihniyetin halkı uyutma ve ülkemizi kapalı duruma getirme projesidir.

Halkın isteklerine cevap verenler, onun desteğini de arkasında görecektir. Siyaset, artık sadece iç dinamiklere göre yapılmıyor. Hem içeride hem de dışarıda halkın taleplerine cevap verenler, o yönde politika üretenlerin başarısı devam edecektir.

11 Eylül sonrası oluşan yeni anlayış çerçevesinde yer almak ile belki dünyaya nizam veremeyiz ama ülkemizi bulunduğu yerde tutmanın ve söz sahibi yapmanın iradesi içinde olmuş oluruz.


İran, Suriye ve S. Arabistan’ın ısrarla söz sahibi olmak istediği Orta Doğu’da seyirci durumunda kalmak, aktif dış politikanın ne olduğunu bilmemek demektir. Statükocu zihniyetin aksine halkın çoğunluğu, Hiss-i Kabl-el Vuku ile şu an yürütülmekte olan dış politikanın yerinde ve uygun olduğu kanaatindedir. 

3 Aralık 2013 Salı

Dershaneler,Hudeybiyyye Antlaşması ve Sorular


Hudeybiyye musâlahası  (antlaşması),başka İslâm ülkelerinde de bizde olduğu gibi gündeme getiriliyor mu bilmiyorum. Daha önceleri de belli kesimler tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmesinin, ülkemiz gündemindeki olaylarla ilgili bağlantısını pek bulamamıştım. Dershane olayı ile yeniden Hudeybiyye musâlahasının gündeme getirilmesi üzerine düşüncelerimi belirtmek istiyorum.

Önce Hudeybiyye antlaşmasının ne olduğu hakkında bilgi vermek lazım. Müslümanlar için Mekke’de yaşama şartları çok ağırlaşmıştı. Can ve mal emniyeti yoktu. En kötüsü inançlarını yaşayamıyorlardı. Müslüman olmaları nedeniyle Mekke’nin müşrikleri tarafından akıl almaz, insanlık dışı her türlü işkence ve hakarete uğrayanlar fırsat buldukça Mekke’den kaçıyorlardı. Mekke’den hicret eden Müslümanların gittiği yer ise Medine idi. Medine, müşriklerin Suriye ve o güzergâh üzerindeki diğer yerleşim yerlerindeki ticaret yolunun üzerinde bulunuyordu. Müslümanların Medine’de toplanmaları ve orada fikirlerini rahatça tebliğ ederek çoğalmaları düşüncesi müşrikleri çok korkuttu. Hz Muhammed’i ne zamana kadar Mekke’de tutabileceklerdi ki?  O’nun da Medine’ye gitmesi müşrikler için felâket demekti.

Hz. Muhammed’i Mekke’de tutamayacaklarına kanaat getiren müşrikler, Dürü’n-Nedve denilen yerde toplanarak, ileri sürülen çeşitli fikirlerden sonra Ebu Cehil’in Hz Muhammed’i öldürme önerisinde karar kıldılar. Hz Muhammed’in kim tarafından öldürüldüğünün bilinmemesi ve böylece akrabaları olan Abd’i Menaf oğullarının kan davası gütmesini önlemek üzere bütün kabilelerden katillerin katılımı ile bir infaz timi oluşturuldu. Evet, onların bir hesabı vardı ama Allah’ın da bir hesabı vardı. Müşrikler bundan bihaber idiler. Peygamberimiz, müşriklerin planından vahiy yolu ile haberdar oldu, ilahi izin ile hicrete karar verdi ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye vardı.
Müşriklerin planı boşa çıktı ve çok korktular…

Müslümanlar, Medine’ye geleli altı yıl olmuştu. Burada rahat olmalarına rağmen, doğup büyüdükleri Mekke’ye hasretleri her geçen gün artıyordu. Her namazda Mekke’ye dönüyorlardı ve karşılarında Mekke vardı, Beytullah vardı.

Hz. Muhammed, hicretin altıncı senesinde ashabına Kâbe’yi ziyaret edecekleri müjdesini verdi. Müslümanlar çok sevinmişlerdi; ancak endişeli idiler. Çünkü Mekke hâlâ müşriklerin kontrolünde idi. Üstelik Hz. Muhammed, Mekke’ye silahsız gideceklerini bildirmişti. Yani endişeler yersiz değildi.

Hz. Muhammed’in amacı, savaşmak değil; sadece Kâbe’yi tavaf etmek idi. Hatta bu niyetinden Mekke’deki müşrikler endişeye kapılmasın diye, Müslüman olmayanları da davet etmişti. Çünkü Kâbe Müslüman olmayanlar için de kutsal bir yerdi. Kâbe bilindiği günden itibaren mukaddes bilinmiştir. Müşrikler kutsal gördükleri Kâbe’yi tapındıkları putlar ile doldurmuşlardı. Kâbe bu özelliği nedeniyle her devirde bir cazibe merkezi olmuş ve her bölgeden insanların tavaf niyeti ile gelmeleri aynı zamanda Mekke’yi bir ticaret merkezi konumuna da getirmişti.

Yemen’de hükümran olan Ebrehe, Kâbe’nin cazibe merkezi olma özelliğini yok etmek ve Yemen’i ticaret merkezi yapmak için binlerce kişiden oluşan bir ordu hazırladı. Kur’an’ı Kerim’deki Fil suresinde de belirtildiği üzere Ebabil denilen kuşların gagaları ile ordusu üzerine attığı ufacık kum taneleri neticesinde perişan olmuş ve amacına ulaşamamıştır. Çünkü Kâbe’nin sahibi vardı...

Hz. Muhammed ve 1400 kadar sahabesi, yanlarında sadece o zaman ki adetlere göre savaş silahı sayılmayan yolcu kılıcı olmak üzere Zilka’de ayında Kâbe’ye doğru yola çıktı. Mekkeli müşrikler bunu haber alınca korktular ve bir karar verdiler: Ne pahasına olursa olsun, Müslümanlar Mekke’ye sokulmayacaklardı. Hâlbuki Zilkade ayı, Eşhur-u Hurüm denilen aylardandı. Bu aylarda kesinlikle kavga bile yapılmazdı, değil ki savaş. Müşrikler de bu ayları hürmete değer görürlerdi. Hatta öyle ki bu aylarda (Muharrem, Receb, Zilka’de, Zilhicce) kanlı oldukları düşmanları ile birlikte Kâbe’yi bile tavaf ederlerdi. Bilahare hesaplaşırlardı. Fakat Müslümanlar sözkonusu olunca, müşrikler için hangi ayda olduğunun bir anlamı yoktu.

Hz. Muhammed, ashabı ile birlikte müşriklerin korkularının izalesi ve iyi niyetinden şüpheye düşülmemesini sağlamak amacıyla, kendisi ile savaşmak üzere gönderilen müşriklerin askerleri ile karşılaşmamak için asıl güzergâhını bile değiştirip zor şartlar altında yürümeye bir başka yoldan devam ettiler. Hudeybiyye denilen yerde durdular. İşte Müşriklerle yapılan antlaşmanın adı da buradan geliyor.

Peygamberimizin mucizesi ile kurak ve susuz olan Hudeybiyye suya kavuşmuştu. Sahabe bir an önce Kâbe’ye varmak istiyordu. Ama müşrikler kararlı idiler. Birçok görüşmeler yapıldı ve bu görüşmelerden birisi için de Hz. Osman Müşriklere elçi olarak gönderilmişti. Hz. Osman’ın müşrikler tarafından öldürüldüğü şayiası çıktı. Bunu üzerine peygamberimiz, iyi niyetlerini izhar etmelerine rağmen ve üstelik haram aylardan olan bir ayda (Zilka’de) Hz. Osman’ın öldürüldüğü şayiası üzerine ashabından, İslâm için canları pahasına savaşmak üzere söz vermelerini istedi. Orada bulunan kadın-erkek herkes söz verdi, yemin ettiler. İmanları için canlarının fedası karşılığında verilen sözün en anlamlı ve en üst düzeyde bir taltif ile ifade edebilmek için bu “söz verme” hadisesine Rıdvan Bîatı denilmiştir. Neyse ki Hz Osman’ın gelmesi ile haberin şayia olduğu anlaşıldı.

Netice itibarıyla müşrikler de cahillerin ortak vasfı olan inattan vazgeçmediler. Oysaki Hz. Muhammed’in savaş niyetiyle gelmediğinden emin olmuşlardı. “Bak, korktular, onun için Hz. Muhammed’e Kâbe’yi ziyaret etme izni verdiler.” Türünden dedikodulara fırsat vermemek adına inatlarını sürdürdüler. Ne şiş yansın ne kebap misali durumu kurtarmak ve olmayan şereflerine halel getirmemek için anlaşma yolunu tercih ettiler.

Yapılan görüşmeler neticesinde Müslümanlar, hiç te memnun olmadıkları halde Hz. Muhammed’in şartları kabulü karşısında “inatlaşmadan”; imanlı insanlara yaraşır bir davranış sergilediler.

Hakikaten antlaşmanın şartları çok ağırdı. Peygamberimizin bu antlaşmayı “ağır şartlarına” rağmen kabul etmesinin, hikmeti sonradan anlaşıldı. Sahabe antlaşma maddeleri görüşülürken zaman zaman peygambere itirazlarda bulunmuşlardı. Sonradan bu davranışlarından dolayı da çok üzülmüşlerdir.

Altı madde halinde yazılıp imzalan Hudeybiyye antlaşmasının asıl önemi:

1-Müşrikler, Mekke’de varlıklarına dahi tahammül edemedikleri Müslümanların varlığını ve gücünü kabul etmiş oldu.

2-Antlaşmanın on yıl süre ile geçerli olmasını kabul etmeleri ile de Müslümanlara rahatça tebliğ yapma fırsatı verilmiş oldu.

3-Nihayetinde bu antlaşma, İslâm’ın her tarafa yayılmasının anahtarı olma işlevini gördü.

Özet halinde de olsa anlattığımız Hudeybiyye antlaşmasını, günümüz Türkiye’sinde dile getirmenin anlamı nedir? Anlayan var mı?
-Ülkemizde müşrik mesabesinde olan taraf kim ya da kimlerdir?
-Yine ülkemizde Hudebiyye’de bulunan sahabe mesabesinde olan kim ya da kimlerdir?
-Hangi hizmet, Peygamberimizin Kâbe’yi ziyaret niyeti ile denk düşürülüyor?

Bu ve benzeri sorulara cevap verilmeli ki, ikide bir olur olmaz gerekçeler vesile edilerek gündeme getirilen Hudeybiyye mantığı anlaşılabilsin.

Mesela, tarihi şartları içerisinde bir değerlendirmeye tabi tutulan Hudeybiyye anlaşmasından mülhem, ülkemizde terörün bitirilmesi ve kardeşlik hukukunun geliştirilmesi mantığı yürütülebilinir mi?

Dershane açmanın Hudeybiyye ile ne alakası var? Niçin Hudeybiyye antlaşması hatırlatılıyor?

İktidarların, demokrasi hukuku içerisinde kendisine tanınan kararlar almasının Hudeybiyye Antlaşması ile bir uyarlılığı var mı?

Birçok kararlarına rıza gösterilen hatta memnuniyetle karşılanan ve hararetle desteklenen iktidarın, dershaneler gibi alanlarda düzenleme yapma yetkisinin Hudeybiyye Antlaşmasının hangi ruhu ile bağdaştırılıyor?

İktidarın hangi şartlar dâhilinde katıldığını bilmediğimiz ve fakat uygulamadığı da bilinen icraatları neden kol kanat kırıyor?

İktidarın, faizli ekonomik kararlar uygulamasında, Hudeybiyye mantığı nasıl yürütülür?

Hudeybiyye’den bakışla Türkiye Cumhuriyeti devletinin görüntüsü nasıldır, insanlar bu devlete karşı nasıl bir davranış içerisinde olmalıdırlar?

İslâm’ın ve peygamberin, kişisel veya grupsal ya da cemaatsal veya ideolojik hesaplar için, hesaplarına geldiği gibi gündeme taşınarak, mağduriyetler oluşturulması oyunlarına son verilmesi için ne yapılmalıdır?

Yoksa bütün bu mülahazaların dışında Hudeybiyye mesajı ile her ne pahasına olursa olsun, menfaatlerine dokunulduğunda sonuna kadar savaşmak coşkusu mu verilmek isteniyor?

Eğer amaç bu ise müritlerin canları pahasına savunması gereken gayenin ne olduğunun açıktan ifadesi gerekmez mi?

Demokrasinin kanunları karşısında zora girenler, çıkar yol olarak Hudeybiyye’nin “Rıdvan Biatı” ruhundan destekli “cihad” yoluna başvurmaktan çekinmiyorlar. Hudeybiyye’nin günümüz olayları bağlamında başka türlü yorumlanması biraz kandırmaca gibi duruyor.


Gözden kaçırılmaması gereken en önemli husus şudur: Hudeybiyye Antlaşması müşriklerle yapılmıştır.

1 Aralık 2013 Pazar

Sessiz Kalmak


Bu dünyada olup bitenlere karşı sessiz durmak doğru değil. Belki fikirlerimizi kaale alan olmaz ama hiç değilse düşündüklerimizi ifade etmiş olmanın rahatlığını yaşamış oluruz.
 Olayları yorumlamayı iş edinenler var. Analistlerin birçoğu maalesef tarafsız olmuyor.Herkes kendi hesabına veya ideolojisine değer kazandıracak şekilde olayları yorumluyor.
 İnsanlıktan, barıştan yana olduklarını söyleyen birçok analist, mesela hemen sınırımızda yaşanan Esed zulmünü sırf mezhep mensubiyetinden aklamaya çalışıyor.  Ya da Mısır’da ki meşru Mursi iktidarının silahlı güçler tarafından lağv edilmesini demokrasiye düşmanlığından dolayı alkışlıyor.
 Ülkemizde ki birçok olayların meydana gelmesinde etkin odakların var olduğunu artık görmenin zamanı geldi de geçiyor.
Dün hesabına gelmediği için her türlü entrika içinde olanlar, bugün işine yaradığı için dün tukaka ettiği kesimlerle aynı safta olmakta hiçbir beis görmüyor. 
İkna odaları ile insanların inancından kaynaklı kıyafetini sorgulayanlar bugün hesabına geldiği için onların mağduriyet söylemlerine hararetli destek kampanyaları açabiliyor.
Tarafsız haber vermeyen bir kısım  medyamız var. İdeolojiler ve inançlar çatışıyor. Medyanın toplum üzerindeki etkisi oldukça fazla. Gündemde yer alan herhangi bir konuda, bir bakıyorsunuz ki hemen anketler yapılmış ve sonuçlanmış. Her ne hikmetse bu anketler ülkemiz için hayırlı olmadığı bilinen ideolojilerin işine yarar şekilde sonuçlanıyor. Bu konuda çok büyük bir eksiklik var.
Mutedil ve masum insanlar kendilerini özellikle siyasetin dışında tutma gayreti içerisindedirler. Şimdiye kadar seyirci ve denileni yapma cephesinde olan insanların artık aktif olma zamanı gelmiştir. Haksızlıklar karşısında susmanın Şeytana yamaklık olduğu unutulmamalıdır.
Kişisel menfaati için bugün burada, yarın bir başka yerde olanlara hiçbir sözüm yok. Yediği her darbe sonrası aptest tazeleyenlerin bundan sonra da çok namazlar kılacağı anlaşılıyor. Her devrin adamı olanlarla da işimiz olmamalı.
Basılı, görsel ve sosyal medyaya milyarlarca lira verip kamuoyu oluşturanlar var. Hep ezilen, horlanan, yok sayılan, inancı ve fikri ciddiye alınmayan Müslümanın tam da şimdi harekete geçmesi gerek. Demokrasinin bütün detaylarını içerisinde barındıran bir inancın mensuplarının, sureti haktan görünüp; birlik ve beraberliğimizi bozan ve yeni cepheler açan hırslı kesimlere cevap vermenin de zamanıdır.
Hudeybiye barışının kimlerle ve hangi şartlar içinde yapıldığını bilmezlikten gelip; olur olmaz menfaat çatışmasına referans yapmanın adını ben koymak istemiyorum. Müslümanlara karşı gayet sert davranan “Müslümanların varlığı”  endişe verici.Hep laik cephedekiler endişelenecek değil ya. Maşallah herkesin bir İslâm’ı var fakat benim inandığım İslâm " bazılarınınki gibi" değil. Bazılarının şeyhleri, liderleri var onların belirlediği esaslar içerisinde isen Müslümansın ;fakat değilsen vay haline. Peki, peygamberin anlattığı İslâm neyin nesi?
Onların benimle benim de onlarla inanç ve fikir birliğim olmayabilir; fakat tahammül ilkesi gereği hiçbir fikir ve inanç söylemine karşı değilim. Ancak şunu da ifade etmek istiyorum: Güdülen, iradesini ipotek ettirenlerin beyanlarının benim nazarımda hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Hele fikrî yetersizliklerinden dolayı küfür kullananların nezdimdeki değerleri sadece bir "yaratık" olması değerlemesi ile sınırlıdır.
O kadar çok liyakatli insan varken bana söz düşmez denilmemeli. Fitnecileri görünce, dilini kedi mi yedi, niye susuyorsun diye kendimize sormamız lazım.
Nasırına basılanların ortalığı kasıp kavurması ile oluşan ortamda veya cephede, topal eşekle de olsa kervana katılmak gerek.

İnsan,hak ve doğru bildiği yolda ise mesele yok .