26 Şubat 2014 Çarşamba

Montaj Kasetler İle Siyaset

Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan belli idi.Ülke genelinde yapılan yerel seçimler,genel seçim seviyesinde yürütülen çalışmalar ile devam etmekte.Siyasi partilerin,icraatlerine ilişkin propagandalarının yanısıra artık varlığından şüphe edilmeyen “Paralel Yapı” tarafından organizeli bir şekilde gündeme bırakılan sansayonel haberler de bir hayli dikkate alınıyor.Başbakan ile oğlu arasında geçtiği iddia edilen kaset duyulur duyulmaz başta CHP olmak üzere olağanüstü toplantı yapanlar oldu.Bu tür toplanmaların amacı,kaset çirkefliğine karşı çözüm üretmek ya da kınamak değil;nasıl yararlanabiliriz hesabını yapmaktır.Hiç bir teknolojik bilgiye bile ihtiyaç olmaksızın montaj olduğu belli olan bir kasetten yola çıkarak siyaset yapmak çok çirkin.
Bilgi çağı da denilen zamanımızda,teknoloji üstün hizmetleri ile haberleşmede oldukça kolaylık sağlamaktadır.Nerede olursak olalım habersiz kalmıyoruz.

Haber almak,haberleşmek bir ihtiyaçtır.Bunun kolaylığını sağlayan teknoloji aynı zamanda,kötü ve çirkin haberin yayılmasını  da inanılmaz bir hızla sağlamaktadır.Çok çeşitli kaynaklardan gelen haberlerin doğruluğunu tespit bir hayli zor.Sesli,görüntülü montaj işleri kolaylaşmış ve bunu iş edinen düşük ahlak sahibi insanlar da bir hayli çoğalmıştır.Hatta bu tür uydurma haberlerin organizeli olduğu ve bu yolla belli bir güç sahibi olan,kötü emelli yapıların olduğu da bilinmektedir.

Haberin kutsiyeti, doğru olmasındandır.Yalan haber,insan olmanın tabii değerleri açısından “pislik” hükmündedir.Pislik, varlığı nedeniyle tiksinilen,iğrenilen ve herkesin hızla uzaklaştığı “şeyler” değil mi?Yalan pisliktir,iftira pisliktir,gıybet pisliktir.Uydurma haber pisliğin en rezil ve en 'pisin pisi'dir.
İçinda varolduğumuz sosyal hayatın temelindeki 'güven kaynaklı huzurlu ortamın' bozulmasını yalan haberlerle sabote edenlerin, hem insanlar nazarında değerleri yoktur,hem de Allah indinde...İnsanlar biribirine karşı güven kaygısı duygusuna kapılmamalıdır.Ancak maalesef,sosyal hayatın genel hatlarını içeren dini,milli ve ailevi değerlerimizin yerini giderek, seküler değerler  almaktadır.Sonuç ortada...

İlahî kitabımız Kur'an'ın Hucurât Suresinin 6.ayetinde,bir fasık bize bir haber getirdiğinde o haberin iç yüzünü araştırmamız  gerektiğini,aksi takdirde bilmeden bir topluluğa -ya da bir millete- fenalık etmiş olacağımızı buyurmaktadır.O pişmanlığı yaşamamamız için haberin aslını öğrenmek,araştırmak bir görevdir.Hatta bazen haber doğru olsa bile aleniyetin kazandırılmaması gerekebilir.İki insan arasında yaşanmış ve gizli kalması gereken özel bir hususu kamuoyuna aktarmanın nasıl bir yararı var diye düşünmek gerekir.Yine Hucurât suresi 12.ayetinde,zannın bir kısmının “suç” olduğu,biribirimizin kusurlarını,gizli hallerini araştırmamamız gerektiğini ölü kardeşimizin etini yemeye benzeterek bizleri şiddetle bu durumlardan kaçınmamızı emretmektedir.

Toplumun huzurunu bozmaya ve ülkenin gelişimini engellemeye,insanların mutluluğunu önlemeye yönelik olduğu bilinen ve psikolojik metodlardan da yararlanılarak uydurulan veya deşifre edilen haberlere rağbet edilmemesi icab etmektedir.Kur'an'ın ifadesiyle, sonucu toplumu dejenere etmek olan ajitasyon haberlerden "tiksinerek" kaçınmamız mecburiyetimiz var.Hele özel hayatın kutsiyeti hiçe sayılarak üretilen haberlerden mümkünse “bi haber” olmak daha hayırlıdır.Teknolojik imkânlarla öylesine gerçekmiş gibi haberler uyduruluyor ki araştırılmadığında adeta inanmamak mümkün olmuyor.

Seferde Mehter marşı çalınırken,iki adım ileri,bir adım geri gitme eylemi ile bazıları dalga geçer.Oysa orada verilen mesaj,bir boksörün yerinde durmaksızın bazen ileri ataklar yapması bazen de geri çekilme hareketleri ile uygun zaman olduğuna inandığı anda rakibine yumruğunu vurması gibidir.İki ileri, bir geri adım ile köslerden ve diğer aletlerin çıkardığı ve yüreklere korku veren müziğin ritminden doğan seslerle ordunun heybetini,düşmanın yüreğinde oluşturulan korkunun  hissini iyice vurgulamaktır.Özellikle son yıllarda “umut olan insanların” ellerinde olduğuna inanılan devletin,milletin menfaatine matuf,olumlu çalışmalarının sekteye uğratılması çalışmalarını ilke edinmiş partiler,sosyal gruplar,ideolojik oluşumlar,cemaatler v.b çeşitli yapılar var.Bunlar hiç bir zaman normal yollardan esas fikirlerini ifade etmezler,amaçlarını sinsi bir şekilde yürütürler.Zaman zaman demokratik ortamın dinginliğinde normal gibi görünen "yapılar" deşifre olmamak için genelde Mehter misali iki ileri bir geri pozisyonlar alabilmektedirler.

Ülkemizde, işler rayında yürüyor derken  bir yalan haber ve dedikodu ile kamuoyu üzerinde korku ve şüpheler uyandırılmaktadır.Bu şekilde yeni ilerlemelerin önüne geçildiği gibi yapılmakta olan çalışmalar da sekteye uğratılmaktadır.Niyeti belli olan bu yapıların bazen söyledikleri ile insanlar üzerinde doğru imiş düşüncesine sevk eden algılar  da oluşturulabilmektedir.Bu algının oluşturulmasında en büyük pay medyaya aittir.Art niyetli yapıların hedeflerini,amaçlarını doğru ve açık bir şekilde ifade etmemeleri insanları yanıltmamalıdır.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Dört Mezhap İmamı ve Fethullah Gülen



Daha neler göreceğiz. İhtiras, insanları belki de daha önce hiç düşünmedikleri yollara sevk ediyor insanı. Çaresizlik zamanlarında şeytanın da yardımları ile insanın beyni çok hızlı faaliyete geçer ve daha önce hiç düşünülmeyen fikirleri insanın kafasına yerleştirir. Tıpkı bir hırsızın, bir katilin yani kısaca bir suçlunun kendisini savunma ve haklı çıkartma uğruna uydurduğu senaryolar gibi. Suçlunun tek amacı kendisini kurtarmak ve mümkünse uydurduğu senaryolar ile dikkatleri başka yöne çekmek ve böylece yaptığı kötü fiilin cezasından kurtulmaktır.
Suçlunun psikolojik davranışlarını bilen dedektifler ise, içten içe suçlunun bu hallerine gülerler. Çünkü yalanda sadakat yoktur. Öyle bir an gelir ki suçlu sorgulandıkça bir önceki sorgusunda söylediği yalanı unutur, çözülme başlar.
Toplumun nezdinde bir hayli itibarı olan bir cemaatin, devleti ele geçirme hırsı nedeniyle içine düştüğü durum hakikaten üzüntü vericidir. Türkiye’de siyaset yolu herkese açıktır. Cumhuriyet rejiminin en temel özelliği, yönetimin bir aile veya hanedan da değil de halkta olma imkânını sağlamış olmasıdır. Yoksa Özal’ın, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına imkân ve ihtimal olur muydu? İşleyişinde zaman zaman aksamalar olsa da Cumhuriyetin sahibi olan millet, onu yeniden olması gereken şekilde çalıştırır.
Siyasi parti kurmak ve fikirlerini alenen ifade imkânı olan yerde, bu yolu tercih etmeyip; başka yollardan iktidar olmanın güçlüğü bilinmelidir. Çünkü bu millet gizli kapaklı işlerden illallah demiştir. Şaibeli hiçbir örgüt halkın onayını alamaz. Meğerki bu gizli kapaklı işlerin peşinde olanların arkasında silahlı bir güç olsun.
Her geçen gün giderek demokratikleşen Cumhuriyette, silahlı güç nerede olması ve nerede durması gerektiğinin bilincinde olarak görevinin başındadır. Yani artık askeri darbelerin yapılmasını umut edenlerin hevesleri kursaklarında kaldı.
Zaman Gazetesi yazarlarından Ekrem Dumanlı, dört mezhep imamının hayatlarına ilişkin yazı yazmış. Yazabilir ama zamanlaması meşhur deyişle oldukça “Manidar.”
Gönül ister ki gönül ehli insanlar, bırakın eziyeti, işkenceyi en ufak bir serzenişe bile muhatap olmasınlar. Ama mademki insanız her şey istediğimiz gibi olmuyor.1980 öncesi beş bin genç öldürüldü. Otuz küsur sene süren bir terör ile kırk bine yakın insan öldürüldü. Bunların olmasını ehli insaf hangi insan ister ki? Bir Başbakan ve iki bakan asıldı, bir Cumhurbaşkanı şaibeli bir şekilde öldü. Bunun hesabını evvela Allah sorar, sonra tarih sorar.
Mezhep imamları, zamanlarının yöneticileri tarafından kendilerine teklif edilen devlet makamlarını kabul etmedikleri veya kendilerine hak kazandıracak davalarda fetva vermedikleri için çeşitli işkence ve haksızlıklara maruz kalmışlardır.
                Ekrem Dumanlı’nın yazısının başlığını görür görmez, insanın aklına nedense Fethullah Gülen geliyor. Aralık 2013 ayından beri gündemde olmasından mıdır, nedir bilemiyorum.
                İmam-ı Azam’ın, İmam-ı Şafii’nin, İmam-ı Hanbelî’nin ve İmam-ı Maliki’nin suçu var mıydı yok muydu, merak edenler araştırır, okur ve öğrenir. Benim merak ettiğim Fethullah Gülen ismi zikr edilen imamlar mesabesinde birisi midir? Hâlbuki bizler onu, bilinen İslâm’ı iyi anlatan bir vaiz olarak ve insanları hayra teşvik eden biri olarak bilirdik.17 Aralık 2013 tarihinden itibaren bambaşka bir Fethullah Gülen aniden karşımıza çıkıverdi. Şoktayız…
            Said-i Nursî’nin külliyatını okumamış ta olsam, hayatı hakkında az çok bilgi sahibi ve muridlerinin söylediklerini dinleyen birisi olarak, Sayın Fethullah Gülen’in bambaşka kulvarlarda dolaştığını görmek çoğu insan gibi beni de şaşırttı. Bu yollara tevessül etmeden de iktidara talip olunabilirdi. Demek ki “güç” insanı belki de istemeden başka güzergâhlara götürebiliyor.
            Şehzade Mustafa’nın ölüme mahkûm edilmesinin asıl nedeni Kanunî’nin iktidarına son vermek istemesi değil miydi? Devlette tek ses vardır. Bir zamanlar bu ses padişah idi. Şimdi sandıkta halkın teveccühünü kazananlardır.
            Dört mezhep imamının siyasi hırsları ve devleti ele geçirme gibi emelleri olmamıştır. Hatta bu zatların imamet iddiaları da olmamıştır. İktidar hırsları olmayan bu insanların günümüzün siyasi çıkar hesaplarına alet edilmesi ayıptır. Belki de sizin böyle bir düşünceniz yoktur da ben güncelliğin etkisinde kalarak bir bağlantı kuruyorumdur. Ama netice itibarıyla siyaset yolu herkese açıktır. Gizli kapaklı şifreli işler tehlikelidir ve Müslüman’a asla yakışmaz.
Milletin kalbinde yer edinen bir iktidarın önüne engeller koymak ile kazanan bizler olmayız. Ülkenin ve milletin hayrına olan işlerde yarışmak bize yakışır.
                                                          






18 Şubat 2014 Salı

Ak Parti İktidarı ve Konjonktürel Başarı

Bir aralar hükümetin icraatlarını dindarlık ölçüsü ile tenkit modası vardı. Tenkitten amaç, rakibine yaptıklarının yanlış olduğunu anlatarak ve doğruyu da göstererek uyarmak değil mi? Bizim her şeye muhalif muhaliflerimizin, dinden yana sanki  “kuyruk acıları” var. Dine ve dindara tahammülleri yok. Dine muhalif olanlar, sağ iktidarlar dönemindeki ekonomik, siyasi, askeri, edebi, sanayileşme, uluslar arası saygınlık kazanmak v.b konulardaki gelişmeleri, iktidarın başarısından değil; “konjonktürel” olduklarını yazar ve söylerler. Mesela bu son on bir senedeki gelişmeler Ak Parti olsa da olmasaymış da zaten olacak imiş. Bu “ konjonktürel” denilen şey her ne ise onların iktidar yıllarında hiç ortaya çıkmamış(!) ne hikmetse.
            Yatırımlar, her alanda seksen yılın yatırımına eşit veya üzerinde olup, ihracat rakamları her yıl artarak ekonomi çarklarının iyi çalıştığını işaret ediyor. Avrupa ve diğer gelişmiş ülkeler ekonomik açıdan kasıp kavrulurken, yanı başımızdaki Avrupa birliği ülkesi Yunanistan’ın durumu ortada iken ve buna rağmen global ekonomik krizden ülkemiz çok az etkilenerek ülkelerarası büyüme rekorları kırması da konjonktüreldir herhalde!
            Önceki yıllarda sol ve sola meyilli sağ yönetimler, insanları yokluk içerisinde kıvrandırmış, diğer ülke insanlarının yaşadığı lüks ve refaha imrenir hale getirmişti. Yurt dışına çıkış çok zor ve oldukça prosedür gerektiren bir hadise idi. Dönüşte bavullar içinde karılarına Amerikan donu, Fransız jartiyeri ve renkli sutyen getirebilen entellerin konu komşu arasında bir “üstten havaları” vardı. Gerçi, halk sahile indiğinde, Paris’ten kaçak olarak getirtilen rujlarla dudakları boyalı, üstü bi hal, altı bi hal modern vatandaşın tombalak karısı plaja girmiyordu ama konjonktürdenmiş. Hay Allah…
            Halkın, “insanca yaşama” istekleri, ideolojik pencereden bakanları hep rahatsız etmiştir. Halkın istekleri önemli değil, onlar kim oluyor da şunu isteriz, bunu isteriz diyorlar. Onlar (yani halk)  güdülmesi ve “terbiye edilmesi gereken” avam, baldırı çıplak, bidon kafalı, karnını kaşıyan varoş insanıdır. Kurtuluş denilen savaşın kazanılması sonrası insanların “eğitilerek” ulus haline getirilme çabaları, toplumun “değerleri” dikkate alınmadan yapıldığı için nesiller boyu devam ede gelen huzursuzluğun temel nedeni olmuştur. Kendi toplumunu aşağılamak ve onların seçtiklerini de rahmetli Ecevit’in deyişi ile “içlerine sindirememek” acaba konjonktürel mi?
            CHP’nin, aradan yıllar geçmesine ve dünyadaki yönetim anlayışının değişmesine rağmen demokrasiye geçiş yıllarına kadarki despotik uygulama ve devleti “kendi taraftarının hizmetinde” görme sevdasından vazgeçmesi mümkün görünmüyor. Eğer CHP, kendisini geliştirip, dönüştürüp, halkın değerleri ve zamanın gerçekleri ile bağdaştırarak “İleri Demokrasi” ilkeleri bazında siyaset yapmaz ise hiçbir zaman “halk” tarafından benimsenmeyecektir. Konjönktür böyle…
            Kamunun ve ülkenin menfaatine olan bazı uygulamalar konjonktür gereği seçmen tarafından hemen anlaşılmayabilir. İyi gelişmeleri konjonktüre bağlayıp, olumsuzlukları ise Ak Parti’yi destekleyen seçmenin dindarlığına bağlayarak yorumlamak ve tenkit etmek hiç te ahlakî değil. Bir partinin taraftarını “dindar” diye nitelemek ne derece doğru? Ak Partiye oy verenler dindar olsalar bile- ki her renkten insanlar var- hükümet icraatlarının veya bir kısım hataların dine, dindara bağlanmasının konjonktürel açıklamasını yapmak insafsızlıktır.
           
            Ekonomik ve diğer gelişmeleri konjonktürel diye küçümseyeceksin; beğenmediğin hususları Başbakanın veya kabine üyelerinin dindarlığı ile sorgulayacaksın ve çözüm önerisinde bulunmayacaksın. Ne biçim siyaset bu?
            Her fırsatta dindarlığı ölçü alarak iktidarı tenkit etme gayretinin altındaki asıl neden İslâm ise ya İslâm’ın bilinmemesinden değilse düşmanlıktan kaynaklanmaktadır.
            İslam’dan,korkanlara net bir ifade ile belirtmek lazım;Korkmayın! Sağda, solda İslamî devlet, şeriatçı devlet geçinenlere de bakıp kanaat sahibi olmayın. Şu anda yeryüzünde İslam’ın hâkim olduğu hiçbir devlet yoktur. Minyeli Abdullah kitabının yazarı Hekimoğlu İsmail, bir yargılanmasında kendisine “şeriatı getirme faaliyetleri” suçlaması yapıldığını; kendisinin de, şeriatın getirilecek bir şey olmadığını, “yaşanılan” olduğunu ve toplumda da böyle bir yaşamanın olmadığını belirttiğini anlatıyordu.
            İktidarın yanlışlarını tespit edip çözüm önermek yerine eğer: “ ne pahasına olursa olsun bizim iktidar olmamız ve yandaşlarımıza, yoldaşlarımıza yönetimde fırsat vererek nemalandırmamız ve halkı gütmemiz ve yeniden eğitmemiz lazım, bunun içinde her yol bize mübah, ölesiye devrim” deniliyorsa yolunuz açık olsun...
            Hükümet icraatlarını “dindar” nitelemeli bir üslup ile yorumlamak yanlış. Bu iktidar, azınlıkta olmasına rağmen Suriye’de halkın tepkisini çekmeyen Esed yönetimi ile iyi geçiniyordu, uluslar arası arenada İran’a sahip çıkıyordu. Ne zaman ki Suriye halkı Esed yönetiminden illallah dedi ve isyan etti, iktidar doğru olanı yaparak, Suriyeli mazlumların yanında yer aldı. Şimdi bu durumu konjonktürel olarak izah etmenin mümkünatı var mı? Esed’in azınlık iktidarına, kendi çıkarları için sessiz kalan dünyada bir tek Erdoğan haykırıyor. İnsanı, insan olmaktan utandırır hale getiren vahşet görüntüleri karşısında sessiz kalmak konjüktür gereği ise, tükürürüm böyle konjonktüre.
            Sahi, bir aralar çok sık dile getirilen “Memleket elden gitti, satıldı”, “Kıbrıs gitti”, “Sınırlar İsrail’e devredildi” tarzı çok şiddetle savunulan tezler iflas mı etti? Yoksa konjonktür gereği mi idi?
            Acaba, duble yolların yapımı, tünellerin açılması, demiryolu hizmetlerinin aktifleştirilmesi, hızlı tren, uzaya uyduların fırlatılması, eğitimde teknolojinin imkânlarından çocukların yararlandırılması, çetelerin yok edilmesi, eğitimin halkın isteğine uygun hale getirilmesi, yargıya bağımsız olarak rahat bir ortamda çalışma imkânı sağlanması ve Avrupa birliği çabaları, Ortadoğu ve uluslar arası sahada sözü dinlenir ülke haline gelmek, toplumun temel dinamiklerine ivme vermek, toplumsal ihtiyaçlara öncelik vermek, mağduriyetlerin giderilmesine çalışmak, geçmişteki acılarla yüzleşip, hesap sorulabilir hale gelmek, bu ülkede Kürtlerin de olduğunu kabul edip,değer vererek, inkârcı kimlik ve asimilasyondan vazgeçerek birinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutmak, fakirin, fukaranın işlerini kolaylaştırmak, inanç ve düşünce hürriyetinin kutsal olduğu, tedhişin, terörün, yıkıcılığın, bölücülüğün asla ve asla tasvip edilmeyeceği, mücadelenin şart olduğu gibi çeşitli çalışmalar konjonktürel mi? Biraz insaf bu neticelerin konjonktürel değil; bir plan ve hedef doğrultusunda aklın ve mantığın süzgecinde geçirilen bütçe imkânlarının halkın menfaatine rasyonel kullanılmasından değil mi?
                    Ülkemizdeki muhalefet, demokratik anlayışların uzağında; ilkel usullerle muhalefet yapmaktadır. Muhalefetin insanımızın geleceği ile ilgili projeleri, çözüm önerileri var mı bilmiyorum. Mecliste sıra kapaklarını vurmak, sokak dilini mecliste kullanmak, küfür ve dedikoduya dayalı duyumlarla iktidara sataşmanın adı muhalefet midir? Bugün söylediğini ertesi gün inkâr eden ertesi gün inkâr ettiğini bir başka gün savunan muhalefet anlayışı, bir politikalarının olmadığının göstergesidir. F.Gülen cemaatine yıllarca yaptıkları ve yazdıkları ortada. Şimdi ise kanka oldular. Dün MHP’yi CHP’lileşmekle suçlayanlar, bugün CHP’de aday. Samimiyet yok; hep konjonktürel davranıyorlar. O itibarla muhalefete güven de yok.
                    Cuma namazı için abdest alan Şemsettin Günaltay’ı gören Mehmet Akif Ona demiş ki: “ Ben seni gâvurluğunda samimi bilirdim, görüyorum ki onda da samimi değilmişsin!”

                                                                                   

           





4 Şubat 2014 Salı

Tercümeler ile Kur'an'ı Anlamak

Bazı insanlar, kur’an’ın Türkçe mealini okuduktan sonra, daha önce var olan İslâm inançlarının bitiğini, şüpheye düştüklerini ve inançsızlığın kendilerini rahatlattığını ifade ediyorlar. Genelde insanların çoğu, neden, niçin, nasıl v.b. sorular sormadan aileden ve çevreden gördükleri üzerine iman sahibidir. Kendilerine sunulan ile yetinmek, onların hayatlarını dengede tutmalarına yetiyordur. Ancak gerçekten araştıran, sorgulayan ve “bilenlerden ve kaynağından” alınan bilgiyi yorumlayanların İslâm’dan vazgeçmeleri düşünülemez.
            Türkçe, mükemmel bir dil olmasına karşın, Kura’n tercümesinde, diğer bütün diller gibi “yetersiz” bir dildir. Hangi dilde olursa olsun, bir kelimenin yanlış telaffuzu veya yeterli anlamı yansıtmayan cümleler, insanı rahatsız eder. Başka dillerde yazılmış romanların, tercümeler ile “orijinal yazım dilindeki” anlamını aktarmakta zorlanıldığı; özellikle bilimsel makalelerde, çözüm olarak o dildeki kelimenin ya aynen alındığı veya uzun cümleler ile açıklama gereği duyulduğu unutulmamalıdır.
            Sayısını bilemediğimiz kadar dil var. Peygamberin, Arap olduğu için peygamber seçilmediği gibi, Arapça konuştuğu için de Kur’an’ın Arapça olduğunu düşünmek tatmin edici bir bilgi değil. Arapçanın, insanın fıtratındaki fizyolojik yapıya uygun olduğu ve kelimelerin geniş anlam içermesi ile evrensel bir dil olması gibi özelliklerinin de var olması gerektiği ve zaten böyle olduğu ile ilgili “Arap dil uzmanlarının” görüşleri dikkate değer. Peygamberin ve yaşadığı toplumun Arapça bilmesi iletişim için elbette ki önemli bir sebeptir. Fakat her şeyi yoktan yaratan Allah, dileseydi bir başka dil kullanamaz mıydı? Allah, bütün insanların “tek kaynak ve tek dil” üzerinden anlaşmasını uygun görmüştür. Niçin bir başka dil değil de Arapça Diye sormak yersizdir.
Kuran’ın, birçok yerinde, Arapçanın neden seçildiğine dair ayetler var. Kuran, Arapça olarak okunacak; anadilimiz ne ise, onunla anlaşılacaktır. İşte, tam da bu safhada “anlama” sorun haline gelmektedir. Çünkü tercümeler yetersiz olunca, sadece kur’an’ı anlamada değil; hayatımızı etkileyen birçok alanda “anlamama-anlaşılamama” ortaya çıkmakta ve hatta “hak” kayıplarına da sebebiyet vermektedir.
Örneğin, Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü sitesinde; vatandaşlarımızın uluslar arası davalarda hak kaybına uğramamaları için: “... Tercümede meydana gelen kayıplar ve anlam kaymaları nedeniyle (…)cümleler yabancı adli makamlar tarafından anlaşılamamaktadır.(…) bu nedenle… Türkçesinden çok tercümesinin alacağı şeklin önemli olduğu dikkate alınmalıdır.” Şeklinde bir duyuruda bulunmayı zaruri görmüştür.
Tercüme, mükemmel bir dil bilgisine sahip olmanın yanı sıra, özel bilgi ve teknik gerektiren bir bilimdir. Bireyin, devlet ile olan alelade işlerinde bile yazışmanın standartları oluşturulmuşken, Kur’an tercümesinin, herkes tarafından tercüme edilerek okuyuculara sunulması, yeterli alt bilgiye sahip olmayan insanlar için anlaşılır olmayı oldukça zorlaştırmaktadır. Bilimsel olmayan, bir Arapça ve Türkçe dil bilgisine sahip ve akademik yeterliliği bulunmayan insanların, tercümeye kalkışması çok tehlikelidir. Çünkü : Çeviriler hedef kitlenin dilini konuşmalı ve o alanda ve o dilde yazılmış diğer metinlerle benzer olmalıdır.”
      Arapça kelimelerin, Türkçe harflerle okunuşu tam bir felâkettir. Allahtan ki, Kura’n’ı “Türkçeleşmiş haliyle” okumaya çalışanların amacı, Kur’anı anlamak değil; sadece inançları gereği ve ibadet kastıyla “okumuş olmak” için okumaktır. Arap alfabesinde olan; Türkçede karşılığı bulunmayan harfler ile yapılan yetersiz tercümelere bir de kifayetsiz kişilerce yorum yapılması anlamayı daha da zorlaştırmakta ve iman noktasında şüpheler meydana getirmektedir.

Kurallarına uygun, “doğru Türkçe ile tercümeye” evet; ”Türkçe Kur’an’a” hayır denilmeli ve Müslümanların, çok kolay bir şekilde ve oldukça kısa sürede öğrenilen Arapça Kuran’ı öğrenmeye teşviki ile imkânlar sunulmalıdır. İmam hatip okullarının açılması, Arapça dersi ve peygamberin hayatının seçmeli de olsa öğrencilere seçenek olarak sunulması oldukça hayırlara vesile olacaktır.

Çok önemli bir diğer husus; Kur’an tercümesi okumaya başlanılmadan önce araştırmalar yapılarak, Kur’an hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Aksi takdirde duyarak öğrenilenlerle Kur’an gerçeği karşısında tereddüde düşülür. Müslüman’ın, hayat kitabı olan Kur’an’da, müjde de var, öğüt de var, ibadet de var; tehdit de var, masal da var, …

Bütün âlemlere, peygamber olarak görevlendirilen Hz.Muhmmed’e, Allahın Cebrail vasıtasıyla verdiği ilk emir ve bilgi: Ey Muhammed! Yaratan, insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku! Olmuştur.
 Yalın hali ile “oku” emri, Türkçede sadece okumak diye anlaşılmaktadır. Arapça diline vakıf ilim adamlarınca yapılan açıklamalar ve yorumlar ise “oku” emrinin, sadece yazıyı okumak anlamında olmadığı şeklindedir. Tercüme Kur’an okumaya başlandığında, bir ön hazırlık yapılması ve “anlamaya” yönelik bir bilgi birikiminin olmasında yarar var.

            Mutluluğun kaynağı, “yaratılmış olmayı” kabullenmek ve ilahî iradeye teslim olmaktır. İlahî iradenin beyanı, Kur’an olduğuna ve tebliğcisi de Hz Muhammed olduğuna göre, bize düşen görev, Kur’an ve Peygamberi öğrenmektir. Öğrenince, müşahhas bedenimizin öte yapısı olan manevi kısmının da rahatlayacağı ve huzur bulacağı hususunda şüphe olunmasın… Şüpheler,  gazetecilik ilkesinde ki 5N1K gibi olsun. Sorguladıkça “anlamak” kolay olacaktır…