25 Ocak 2014 Cumartesi

Vatandaş Türkçe Konuş

            Yorucu bir yolculuktan sonra nihayet eve döndüm. Uzun süren yolculuğum sırasında gerçi “çokça yoruldukça geceleri konakçada” kaldım; ama yine de insan yoruluyor. Eve geldiğimde kapıyı açık buldum; çünkü “Hırsız kapıyı kanırtaçla açmış.” Daha önceden “En kısa zamanda evimin yunaklarını değiştirme” kararı almıştım; şimdi bir de kapı işi çıktı.  Allah’tan evde, benden başka kimse yok;  eğer çocuklar olsaydı çok üzülürlerdi.
 “Üniversite sınavında başarı için adayları güdülemek” gerekir diyen kurs hocasını dinlemiş çocukları dershaneye göndermiştim. Türkiye’de üniversitelere ancak sınavla girildiği için çocukları “Güdülenim, başarının yolunu açar.” ilkesinden hareket ederek eğitenlerdenim, Başbakan kızmasın!
            Durduk yerde şu başıma gelenlere bakın: Kapı, yunaklar, bir de “Evlere deprem koruncalığı yaptırmak zorunluluğu var.” bunların hepsinin de bir “ederi” var tabi.
            Canım sıkıldı, hava uygun, zaten ben “uygun havalarda geziliklerde dolaşmayı” severim; fakat “Durmalıkların azlığı nedeniyle arabalar kaldırımlara konuyor” bu nedenle dolaşmak bir hayli zorlaşıyor.
            Durmalıklar, “hava uygun” diye çok kalabalık. Aslında kalabalıkları severim; çünkü insan, buralarda dikkat çeken birçok şey görür, dikkati dağılır ve zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmaz, rahatlar. Örneğin “geziliğin” bir köşesinde “köylü kadınlar” gördüm.
Durmalığa sürdürümcüyüm, üstelik “Sürdürümcü Ederi”ni de nakit ödedim. Köylü kadınların olduğu tarafa yürüdüm, baktım ekmek pişiriyorlar. Hatta ekmek pişiren köylü kadınlar arasında bir de “göz ustası vardı”.
Yazıyı beğendiniz mi? Ya da şöyle mi sorsam: Bu yazıda ne demek istediğimi anladınız mı?
İnternette affedersiniz “Bilgisunar’da” dolaşırken “Dil Derneği Yabancı Sözcüklere Türkçe Karşılıklar Bulma Yarkurulunun Açıklaması” nı gördüm. Yukarıdaki yazı “yarkurulunun” önerileri dikkate alınarak yazıldı. Tırnak  “…”  içerisinde koyu renk ile kullanılan “ürünler” bana ait değil; Dil Derneği’nin kullanımıdır.
Ulusalcı ve devrimci olduklarını belirten derneğin “ürünlerinden” alıntılanan karşılıkların ne anlama geldiğini açıklamakta yarar var:
Konakça = Motel, Kanırtaç = Levye, Yunak = Lavabo, Güdülemek = Motive etmek, Güdülenim = Motivasyon, Koruncalık = Sigorta, Durmalık ve Gezilik = Park, Göz ustası = Süpervayzır, denetçi, Sürdürüm ise anladığım kadarı ile abonelik demekmiş.
Bu devrimci ve ulusalcılar, asla ve asla maçlarından pardon, ereklerinden! vaz geçmiyorlar. Kafaya takmışlar bir kere: Bu halkı “vatandaş Türkçe konuş!” diye eğitecekler…
Hadi kolay gelsin…            


24 Ocak 2014 Cuma

Gündemdeki Konular

17 Aralık 2013’ten itibaren, ülkede “cemaat” olmaksızın hiç bir şey konuşulmaz/konuşulamaz oldu. Her olay cemaate bağlanıyor, daha doğrusu bağlantılı çıkıyor. Böyle olunca Fethullah Gülen cemaatinin, dini esaslar kapsamında bir cemaat olarak bilinmesinin ardında dünyevi bir güç organizasyonu olduğu izlenimi kuvvetle muhtemel hale geliyor. Basında açıklanan ve eğer üretilmiş belgeler değilse ki bu şüphe pek mümkün görünmüyor; çünkü yalanlanmıyor. Bu durum da cemaat hakkında var olan iyi niyet ve olumlu düşüncelerin yerini şüphe ve kaygılar yer alıyor.
Her şeyden önce cemaatin, bildiğimiz aşikâr görüntülü İslâmî cemaat yapısı ile bir alakasının olmadığı anlaşıldı(!) Derdi sadece İslâm ruhu çerçevesinde insanları aydınlatmak olan bir cemaatin, sırlar içeren bir gizemli yapısının olmaması gerekir. Hizmet Hareketinin yapısının, Moon Tarikatı ve Opus Dei tarikatlarındaki organizasyona benzeri bir yapı olunmasından korkuluyor
İnsanların, bu cemaati Hassan Sabbah örgütüne ve muridlerini de Haşhaşilere benzetmesinin ardındaki gerçek gizemli yapısından dolayıdır. İçeride yapılan yorumlar herkesin malumu. Sevenleri tarafından söylenenlerin ciddiye alınmaması için toleransın tüm sınırları zorlanıyor. Ama hoca ve cemaati hakkında yurtdışından yapılan yorumlar ile “acaba?” mesafesinde duran insanların da kanaatleri netleşmeye başladı..
Yahudilerin gazetesi olduğu belirtilen Jewish Daily Forward Gazetesi, Fethullah Gülen’in “Filo-semitik imam” olduğunu açıklamış. Hocaefendi vesilesiyle Filo-semitizmi de öğreniyoruz. Yahudi olmayıp ta Yahudiliğe ve Yahudi kültürüne hayran olmakmış. Yahudiler tarafından hocanın “Filo-Semitik” olarak tanıtılması ve bunu izhar etmesi,”diyalog” çalışmalarının epeyce bir yol aldığının sonucu olsa gerek. Zaman zaman basında F.Gülen’in Yahudi cemaatinin bazı kuruluşlarına, mensuplarından aldığı “himmet Paraları” ile himmette bulunduğunu da okuyoruz.
Hocaefendi ile görüşmek isteyen 28 medya kuruluşu varken bula bula yine bir Yahudi gazetesi olan Wall Street Journal’a açıklamalarda bulunması, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Abdülkadir Selvinin de tuhafına gitmiş. Son zamanlarda şaşırdığımız, hayal kırıklığına uğradığımız o kadar çok şey var ki.
Hepimizin bildiği gibi, Marifet iltifata tabidir. Çalışmalarını beğendiğimiz, takdir ettiğimiz insanların şevkinin kırılmaması ve daha da gayretli olmasını teşvik için arada bir iltifatta bulunulur. Filistinlilerin yıllardır maruz kaldığı zulüm ve Mavi Marmara yardım gemisinde bulunanlara saldırarak insanlarımızı öldürmesi ve Türkiye’ye karşı genel hasmane tutumunu bile bile Yahudilerin iltifatına mazhar olmanın iltifat değil, aşağılanmak olduğunu idrak edemeyen bir Müslüman olur mu?
Hocaefendinin Yahudilerle içli dışlı olması da tıpkı CHP’nin Suriye’deki zalim Esed sevdası gibi.Katliam ve işkence ile öldürülmüş binlerce iktidar muhalifi Suriyeli vatandaşın,insanı dehşete düşüren fotoğrafları görmeyip:  “..Esed’den daha iyisini bulamadık…savaşın en günahkar ortaklarından biri Türkiye” diyebilmek ile Yahudi ile işbirliği içinde, Başbakanımızı diktatör ilan etmek arasında ne fark var?
Hocaefendi Mavi Marmara gemisinde insanlarımızın öldürülmesi sırasında da Wall Street Journal’a konuşmuş. İktidarın son iki yıldır demokratikleşmeden vazgeçtiği gibi şeylerin söylenmesi, yapılanları görmemektir. İktidara bunca muhalefetin esas nedeni, iktidarın uygulamaya koyduğu demokratikleşme paketi değil mi?
Bu nasıl bir diktatör ki, her gün hakarete ve iftiraya maruz kalıyor. Diktatör olsa gıkınız çıkar mıydı? Şimdi aslan kesilenler; eğer Erdoğan diktatör olsaydı ona yalakalık ve methiyeler düzme yarışında olurlardı.

Bu ülkede tarih, şimdi gündemde bulunan olaylardan daha beterinin yaşandığına şahittir. Ama yine tarih, herhalde ilk defa toplum çoğunluğunun bu denli bilinçli olduğuna da şahit oluyor. Bunlarda geçer…

22 Ocak 2014 Çarşamba

Gülen Cemaati ve CHP

Fethullah Gülen ve cemaatinin özellikle Başbakan Erdoğan’a tahammül edemediği ve bir an önce gitmesi için alenen elinden gelen her türlü çabayı sarf ettiği artık herkesin malumudur. Hiç bir ülkede herhangi bir siyasi parti lideri kendi ülkesinin başbakanına ana avrat küfür etmemiştir. Başbakanın CHP Genel Müdürü diye sıfatlandırdığı K.Kılıçdaroğlu’nun siyasi kültür birikiminin hangi seviyelerde olduğu ortada. Normal cümlelerle fikrini izah etmekten aciz olanların aslında fikir sahibi olmadıkları da anlaşılıyor. Kelimeler marifetiyle anlatılamayan düşüncenin varlığı aslında yok hükmündedir. Karşınızdaki insanlar ile eğer makul ve mantıklı bir düşünce sahibi ise ve düşüncesine gerçekten inanıyorsa asla küfür kullanmaz. Küfür acizliktir. Başbakanı sürekli itham edenler ve çözüm önermeyenlerin safına bir de Sayın Fethullah Gülen Cemaati katıldı.
Gülen cemaati siyasi bir parti olarak görülmediğinden her parti ve düşünceden insanlar tarafından takdirle karşılanan bir topluluk idi. Gerçekten bir Hizmet Hareketi olarak görülüyordu. Şimdi birlikte hareket ettikleri kesimler hariç toplum katmanları tarafından cemaate sahip çıkılmıştır.
İsrail’in zulmü altında inim inim inleyen mazlum Filistin halkına insanî yardım götüren İHH organizasyonlu Mavi Marmara Gemisine yapılan saldırı ile daha bir çocuk olan Furkan ve sekiz kişinin öldürülmesi karşısında İsrail’e destek çıkan cemaat hakkında şüpheler ortaya çıktı. Kamuoyunun cemaat hakkındaki olumlu düşünceleri, cemaatin Mavi Marmara, Gezi eylemleri,7 Şubat 2012, 17-25 Aralık girişimleri ve MİT’e ait araçların deşifre edilmesi gibi olaylar karşısında takındığı tutum ile değişti. Bu değişik kanaate sahip olma ise olumlu anlamda değil.
Kendi halinde bir vatandaş olarak hür irademle iktidara gelmesine vesile olduğum ve kişisel olarak zerrece bir menfaatimin olmadığı meşru iktidara karşı çılgınlık derecesine varan ve anlatılamaz derecede bir kin ile saldıran Cemaatin itibarı benim nazarımda artık sıfırdır.
Uçan şeyhler, muridelerini çocuk sahibi yapan, tensel temaslarla murid ve muridelerini cennete gönderen şeyhler duymuşluğum vardı. Ancak şarkı türkü organizasyonuna, keramet göstererek peygamberi salonlara getiren bir şeyh ya da hoca duymamıştım.
Böyle bir cemaatin hizmetlerinin Allah’ın rızasına matuf olmadığı; yabancı gizli örgütlerle işbirliği içerisinde Türkiye’yi “ele geçirme” faaliyeti olduğu inancım her geçen gün pekişiyor.
Milletin hasretle karşıladığı ve ilk defa kendilerinden kabul ettikleri bir iktidarın yok edilme faaliyetlerinde bulunanların, faaliyetlerini din ile izah etmeleri mümkün değildir. Bunun böyle olmadığı zaten hoca efendinin Wall Street Journal’a verdiği demeçte açıkça ifade edilmiştir. Radikal Gazetesinde yayımlanan haberde hoca efendi: “ İnsanlar seçimlerini öz değerlerini paylaşanlarla aynı doğrultuda yapabilirler.”.Zımnen de olsa CHP’nin kendileri ile “öz değerleri” paylaşma noktasında olduklarını, Ak Partinin kendi “öz değerlerinden uzak” olduğunu buyurmuş.


Söylenecek bir şey yok. Yorum yok…

16 Ocak 2014 Perşembe

Haşhaşîler ve Hasan Sabbah

Fethullah Gülen’in meşhur bedduasından sonra kendilerine “Hizmet Hareketi” diyen kesimin yayın organlarında takınılan tutum sokaktaki insanın bile dikkatini çekti. Toplumun hemen her katmanındaki insanlar tarafından iyi duygular beslenen adı geçen camia birdenbire sorgulanır oldu. Her geçen gün “sorgular” insanlarda tahminlerin üzerinde şüpheler uyandırdı. Doğrudan ilişkisi var mıdır yok mudur bu ilerleyen zaman içerisinde elbette ortaya çıkacaktır. Fakat 17-25 Aralık tarihlerinde yapılanların bir darbe girişimi olduğu inancı her geçen gün pekişmektedir. İnsanları böyle düşünmeye sevk eden asıl etken ise Hizmet grubunun topyekûn iktidara açıktan cephe alması oldu. Daha yakın bir zamana kadar iktidarın yanında yer aldığına inanılan Hizmet Grubunun ani çıkışları ve yine daha önce şiddetle karşı olduğu ya da karşı imiş imajını uyandırdıkları malum çevreler ile el ele kol kola saldırıya geçmesi izahı zor paradoksal bir duruma neden oldu.
Hizmet Hareketi, kendilerine karşı varolan olumlu genel kanaatin kaybedilmemesi adına yapılan savunmalar hiç te tatmin edici bulunmuyor. Medyada yer alan ses kayıtları, Hizmet Hareketinin bilinenin aksine “işler içerisinde” olduğu şüphesini iyice artırdı. Başında Fethullah Gülen’in olduğu hareketin yapısı hakkında çeşitli senaryolar üretilmektedir. Ancak şu da bir gerçek ki “yandaş” denilen kesimde ki birçok insan, bu yapı hakkında, vatandaş olarak bizim bilemediğimiz bilgilere sahip olmalarına rağmen İslâm’dan kaynaklı ahlakları gereği fitne ateşinin yükselmemesi adına sustukları kanaatindeyim. Peki, Hizmet grubu neden aynı hassasiyeti göstermeyip; milletin kalbinde yer eden iktidara saldırıyor? Acaba “ne kadar saldırır ve savunma yaparsam kamuoyu ve taraftarlarım nezdinde o kadar haklı olduğum inancı artar.” diye mi düşünüyor?
F.Gülen cemaati neye güvendi, hangi hesapları yaptı da böylesine ani bir cephe alma gereğini duydu, şayialar muhtelif. En iyi kendileri bilir. Daha da önemlisi tarihe düşen bu kayıt kolay kolay silinmez. Yazık olmuştur. Fakat bu son olaylar insanlara, siyasetin nasıl da ciddiye alınması gerektiği hususunda iyi bir uyarıcı olmuştur.
17- 25 Aralık 2013 olayları vesilesi ile hakkında birçok eser yazılan ve efsane haline gelen Hasan Sabbah’ı da gündeme almış olduk.
Hasan Sabbah’ın doğum tarihi net değil;ancak Miladî 1124 tarihinde vefat ettiğinde mutabakat var.İranlı ve İsmailî mezhebine mensuptur.Asi ruhlu bir yaratılışı var ve zeki.Bilahare kendi mezhebini kurmuştur.
İsmaîlilik, Hz. Ali’nin nesebinden olan İmam Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’den adını alır. İslâm’a kalben inanmayanlar, Müslümanların gücünden korktukları için Müslüman görünmek ihtiyacını hissetmişler. İslâm’a doğrudan cephe almak yerine Hz. Muhammed’in soyundan gelen insanları kendilerine siper etmişler. Hilafet meselesi nedeniyle ortaya çıkan daha doğrusu çıkartılan kaostan istifade ile Hz. Ali ve onun soyundan gelenler maalesef çeşitli kesimler tarafından isyanlarına aracı kılınmıştır. İsmaililik gibi birçok bâtınî mezhep var. Hasan Sabbah’ta işte bu Bâtınilerden bir tanesidir. Açıkçası bunların İslâm ile ilgileri yoktur. Günümüzde de insanları, gerçek İslâm ile yüzleştirmeyen Bâtıniler var. Bunlar kimdir, nasıl tanıyacağım diyorsanız haklısınız. Bâtınîleri tanımanın en kolay yolu şudur: Kim ki “Peygamber sadece bir aracıdır” diyorsa ve kim ki “Peygamber olmadan da herkes kur’anı anlar ve hüküm çıkarır” derse, ya da kim ki “Peygamberin hadisleri esas alınmaz” derse/diyorsa işte o/onlar Bâtınîdir.
Peki, Bâtınilik nedir, ne anlama geliyor? Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerin, bir Bâtınî ve bir de zahîrî anlamları var. Peygamberimiz, bize Kur’an’ın zahîrî anlamını teferruatıyla aktarmıştır ve bunda Müslümanın zerrece şüphesi yoktur. Ancak İslâm Dinini de tahrif edilmiş Hristiyanlık ve Yahudilik gibi yapmak isteyenler, sarih olan, anlaşılan Kur’an hükümlerini görmezden gelip, ille de bize açıklanmayan gizli anlamlar lazım diyerek inat ve ısrar ile tahrifata ve dejenarasyona devam etmektedirler.
Kur’an’da, hâşâ Peygamberin bile anlamadığı (!),bunların anladığı nedir? Yunan filozoflarından, Mecusilerden, Putperestlikten tutun ne kadar pagan gelenek, görenek varsa hepsini karıştırıp, akıllara seza hükümler uydurulmuştur/uydurulmaktadır. Peygamberin bize bildirdiği Kur’an’ı akıllarınca yorumlayan, eksiklik iftirasını atan ve namazı, orucu, haccı ve imanın diğer temel esaslarını görmezden gelenler kimler ise işte onlar Bâtıni’dir ve Hasan Sabbah’ın yüzyıllar sonrası ortadaki mülhid müritleridir.
Hasan Sabbah örgütünün temel özelliği, sırlarının olmasıdır, yani bugün bile tam olarak yapısı bilinmeyen bir örgüttür. Selçukluların ve İslâm’ın belası olmuşlardır. Hedefleri için öylesine şartlandırılmış elemanları var ki ölümden çekinmiyorlar. Örgütün en üst yöneticisi olan Hasan sabah’ın emri ile Alamut Kalesi’nden aşağıya atlayarak paramparça olabilmekte veya tereddütsüz kendi boğazını kesmektedir.
Nizamül Mülk gibi Selçukluların birçok üst düzey yöneticisini katleden Sabbah’ın fedaileri, kendilerine itiraz eden, aleyhlerinde konuşan âlimleri (Fahrud-din Razi gibi) ,kendilerine maddi destek sağlamayanları ve diğer güç sahibi kişileri de şantaj ve tehdit ile susturmuşlardır. Hatta Fahrud-din Razi’ye, “hocam, bu haşhaşîler aleyhinde artık konuşmuyorsun neden? diye sorduklarında o da,…onların delilleri çok kuvvetli ve etkileyici” demiştir.Bütün bu cinayetleri, haşhaş içirerek uyuşturduğu ve yalancı cennetine taşıdığı fedaileri vasıtası ile yapmaktadır.Sabah uyandığında yatağının yanında yere saplı bir hançer gören yada günümüzde beşer olmanın zaaflarıyla yaptığı uygunsuzluğun kasetini masasında bulanların haleti ruhiyelerini bir düşünün.Bu vesile ile adına “İslâmî terör” dedikleri örgütlerin İslâm ile ne kadar bağı olduğunu da düşünmeliyiz.
Bilindiği üzere eskiden kölelik vardı; İslâm geldi ve yok etti. Ancak bugünün medenileri daha düne kadar köle ticareti yapıyorlardı. Örgütlere itirazsız muti olanların, kölelerden hiçbir farkı yok. Bunlar girdikleri örgütlerin sırrına vakıf oldular ise onları ancak ölüm ayırır. Yani örgüt militanları “Müdebber Kölelerdir.” Müdebber kölelerin hürriyeti sahibinin ölüm şartına bağlıdır, ne zaman ki sahibi ölür o da o zaman hürriyetine kavuşur, ömrü yeterse tabi.
Başbakan kimleri haşhaşîlere benzetti bilemiyorum. Allah hepimizi Haşhaşî felsefesine sahip olanların şerrinden korusun.


                                             

                                      

9 Ocak 2014 Perşembe

Hz.Muhhammed'e İftiralar ve Mevlid Kandili

                Bilip bilmediğimiz her varlığın yaratıcısı olan Allah, insanı diğer yaratılmışlardan farklı olarak yaratmıştır. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran en büyük özellik akıl sahibi olarak yaratılmasıdır. Belki de bizim bilemediğimiz nedenlerden dolayı Allah bigünah meleklerini insana secde ettirmiştir. Bu husus bile tek başına insanın Allah nezdindeki değerini herhalde anlamamıza yeter de artar bile.

                Allah çok sevdiği ve yaratılmışların efendisi olarak gördüğü insanın yanlış yapmaması ve cezalara muhatap olmaması için azami bir gayret göstermiş, belki amiyane bir tabir olacak ama insana adeta torpilli davranmış. Peygamberlerin gönderilmesini başka nasıl izah edebiliriz ki? Allah dileseydi insanlara tıpkı meleklerdeki gibi sorgusuz sualsiz itaat duygusunu verirdi. Ama vermemiş. Çünkü Cenabı Allah insana, ben sena diğer yarattıklarımdan farklı olarak akıl verdim, artık sen kendi kararını, tercihini kendi iraden ile verecek bir güçtesin diyor. Bu aslında biz insanlara verilmiş çok büyük bir ayrıcalıktır. İnsanın tercihte bulunma hakkına sahip olmak gibi başka bir kutsiyet var mıdır?

            Bizler ruhlar âleminde yaratılma aşamasında iken Allah’a söz vermişiz ve Allah’ın varlığını kabul etmişiz ve Onu Rab olarak kabul edip, evet sen bizim Rabbimizsin diye söz vermişiz.(A’raf suresi 172.ayet) Allah’ın bizi bize karşı şahit tutmasının hikmeti, bizim aynı zamanda unutkanlık kusuruna sahip olmamızdır. Yüce Rabbimiz bu özelliğimizi bildiğinden, âlemlere rahmet (Enbiya suresi 107.ayet) olarak gördüğü Hz. Muhammed’i (SAS) bize peygamber olarak gönderdi. Emin olun ki şükredeceğimiz en büyük nimet bizim için Allah indinde özel bir yeri bulunan Hz. Muhammed gibi bir peygamberimizin oluşudur.

            Peygamberimizin sağlığında ve vefatından sonra da imansız insanlar hep olmuş ve olacaktır. Bizim bunlara müdahale veya onları yok etmek gibi bir görevimiz yok zaten. Çünkü peygamberimizin dahi görevi sadece Allah’ın emrini insanlara tebliğden ibarettir (Kaf Suresi 45.ayet).Eğer peygamberimiz olmasa idi İslam’dan nasıl haberimiz olacaktı? Şimdi bir sürü (sürü anlamında) Müslüman âlim(!) türedi; insanı dinden, imandan çıkartır türden.

            Hem müslümanım deyip hem de İslâm’a hakaret ve iftira atan bu türedî Müslüman âlimler(!) meydanı boş bulmuşlar, kustukça kusuyorlar. Öylesine ileri gidiyorlar ki peygamber Kur’an ve İslâm’ı anlamamış; bunlar anlamışlar. Kendi anadilleri ile yazılmış TCK’nin maddelerini anlamayıp avukat tutan bu sapık bilginler nasıl oluyorsa peygamberin anlamadığı Kur’anı şıppadanak anlamışlar. Ne zekâ…

            Peygamberi ret edip, Kur’an’a inanmak olur mu? Oluyorsa da bu hangi akıl ile oluyor? İnsanlarımızı bu sapık zihniyetli insanlardan korumayı görev edinmeliyiz.

            Etiketleri, tahsilleri ne olursa olsun, kim ki peygamberi kabul etmiyorsa ondan uzak durun. O sapkın fikirleri her yol ile yaymaya çalışanların isimlerini söylememe gerek yok. Ölçü peygambersiz din olur mu sorusudur. Allah’ın emirlerini bizlere ileten ve yaşayarak öğreten peygamberimize karşı en ufak bir şüphe ve saygısızlık içimizde olmasın.

            Bu sapık zihniyetli ajanlar, İslâmı da tahrif edilmiş Hristiyanlık ve Yahudiliğe benzetmeye çalışıyorlar. Buna o sapkınlar da dâhil olmak üzere bütün bir şer ve müşrik cephesi bir araya gelse bile İslâm’a zerrece zarar veremezler. Bunda şüphe yok. Çünkü Kur’an’ı bize peygamber (SAS) vasıtasıyla gönderen Allah, aynı zamanda Kur’an’ın muhafazasını da, üstlenmiştir (Hicr Suresi9.ayet).

            Peygamberimize (SAS),Kuranda olmayan hususları dine yerleştirdiği (Namaz üç iken beş vakit yaptı v.b gibi) iddiasında bulunarak iftira atan sapıkların yüreklerine korku salacak bir güzellik ve huşu içinde, peygamberimizi doğum yıldönümü olan 12 Ocak 2014 tarihinde analım. Dualarda, bulunalım. Müslüman olduğumuz için hamd edelim, peygamberimize bolca salâvat getirelim. Hayatımızın rehberi peygamberimizi (SAS), hayatımızın hiçbir anında aklımızdan çıkarmayalım.

            Peygamberimiz zamanında, bu tür gece ve gün kutlamaları olmadığını söyleyenlere de aldırmayın. Onlar bütün güzellikleri yok etmek için çabalayan “Esfeli safilin” türünden, TCK’yi anlamakta zorlanan; fakat Kur’an’ı peygamber olmadan anlayabilen üstün zekâlı (!) varlıklardır.

Doğumu ile bizi ilahi vahyin muhatabı kılan sevgili peygamberimizin(SAS) doğum yıldönümünün ve diğer kandillerin İslâm Dünyası, insanlık için ve mazlumlar için hayırlara vesile olması dileklerimle…

                                                 

7 Ocak 2014 Salı

Biz Onları Tanıyoruz


Avrupa ülkelerinin hemen hepsi ulus (İtalyan, Fransız, İngiliz, Alman gibi) devletlerdir. Türkiye ise “mevcut kimliklerin” varlığı gözardı edilerek herkesin Türkleştirilmesi üzerine kurulmuştur. Yani önce devlet meydana getirilmiş bilahare bir “ulus” oluşturulmaya çalışılmıştır. Bugün bile çektiğimiz sıkıntıların temelinde yatan esas neden Osmanlıdan miras olarak yeni devlete intikal eden insanlarımız arasına zoraki yerleştirilmiş “dışlayıcılık” ruhudur.

.Önce devlet olmak, sonra da o devlete “ulus” olacak “yurttaş” yetiştirmek mantığı bizi hem tarihimizden koparmış hem de yeni kimlik olgusuna uyum sağlamakta sıkıntılar nedeniyle doğan yeni ve kolayca çözülemeyen sorunlarla uğraşır olmuşuz. Herkesin bildiği gibi Almanya ve Japonya ve bu arada Avrupa ülkeleri savaşlardan çok büyük hezimetlerle çıkmış olmalarına rağmen; yine çok kısa sürede ayağa kalkmasını becerebilmişlerdir. Türkiye ise savaşa katılmadan “yurttaşının” elindekini avucundakini aç kalmasınlar korkusu ile elinden alıp çürüterek “tedbir “ ve  “savaşa katılmama üstün siyaset (!)” örneği ile açlığa ve yoksulluğun her türlüsüne adeta icbar etmiştir. Fakat asla ulusçuluktan taviz verilmemiştir.

Çocukken anlatılanları, verilmek istenen mesaj doğrultusunda anlayarak “iyi vatandaş” olmuşuz. Biraz büyüyüp, reşit olunca ve babalarımızın, annelerimizin yaşadıklarını kendilerinden dinledikçe ve okuyup öğrendikçe gereğinden fazla “iyi vatandaş (!) ” olduğumuzu fark ettik. Ancak kurucu iradenin ve özellikle kraldan fazla kralcı olan zihniyetin, ilkeleri uğruna “terbiye ve eğitim metodu” ile nasıl felâketlere sebep olduğunu gördükçe bu kez gerçekten ve sahiden “iyi vatandaş” olma kararı alanların sayısı hızla çoğaldı. Çünkü doğru bilgi insanı yanlışa götürmez.

ABD ve Avrupa ülkelerinin iteklemeleri neticesinde, mecburiyetten de olsa demokrasiye geçildiğinde, halkın ilk yaptığı iş hür iradesi ile tercih yapma hakkını kullanması oldu. Milletin tercihi ile iktidara gelen Demokrat Parti’ye özellikle, ordu, üniversite, basın, bürokrasi içindeki cuntacılar ve CHP tuzak üstüne tuzak kurdular. Bir başbakan ve iki bakan’ın asılması ile halkı susturacaklarını, yeniden iktidar olacaklarını sanan zihniyet yanıldığını çok kısa sürede gördü. Yeni cuntalar ve yeni taktikler ile hayali Cumhuriyet ve laiklik düşmanları üretilmeye devam edilerek, onun üzerinden halka yapılmadık hakaret ve iftira kalmamıştır. Ortalama her on yılda bir yapılan darbeler maalesef ülkeyi ve vatandaşı yoksulluğa mahkûm etmekten ve dünya ülkelerinin gerisinde bırakmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Tek Parti rejiminin enbüyük mağduru sade vatandaş olmuştur. Bu mağduriyetin gerekçesi de hazır: Osmanlı… Örneğin,1940 yılında Milli Koruma Kanunu,1942 yılında Varlık Vergisi Kanunlarının sebep olduğu mağduriyetleri savunmanın gerekçesi olarak buna benzer kanunların Osmanlılar zamanında da olduğundan bahsederler. Hani Osmanlı kötü idi; öyleyse neden onlardan miras örneklerden hareket ediliyordu ki? Osmanlılarda da ortaya çıkan sıkıntıların giderilmesine yönelik, halkı rahatlatmak adına benzer yasaların çıkarıldığı doğrudur. Fakat Osmanlının hiçbir kanunu, tebaasını mevcut halinin de gerisine ittirecek uygulamaları olmamıştır. Kanunlar, toplumun ve ülkenin mevcut durumdan daha iyi bir duruma geçişinin devlet eliyle sağlanmasına matuf uygulamalardır.

Milli Koruma Kanunu marifetiyle, halkın mağduriyetinin devlet eli ile beter duruma getirilmiştir. Bu kanuna göre üreticiler ürettiklerini, imal ettiklerini piyasanın çok altında fiyatlarla devlete satmaya mecbur edilmiştir. CHP’den milletvekili olan toprak ağaları ve sanayiciler ise mallarını karaborsada istedikleri fiyata satarak servetlerine servet katmaya devam etmişlerdir. Milli Koruma Kanunu’nun kendilerine sağladığı “menfaatler fırsatını” yeterli görmeyen CHP’nin elitleri, ağaları bir de Varlık Vergisi Kanunu’nu 1942 yılında uygulamaya koymuşlar. Bu kanun ile de birkaç kuş birlikte vurulmak istenmiştir. Bu kanun sayesinde piyasada etkin olan gayri Müslim vatandaşlarımız, ödenemeyecek boyuttaki vergi oranları ile ticaret alanında tasfiye edilmiştir. Gayri Müslim tüccarın başına gelenleri görüp kendilerine çeki düzen vermek durumunda kalan diğer azınlıkların Türkleşmelerini sağlamak gayreti hız kazanmıştır. Piyasadan silinen gayri Müslim tüccarların terk ettikleri alanı, CHP’li ağalar ve CHP’ye hizmetinden şüphe duyulmayan insanlara fırsatlar verilerek yeni sermayedarlar meydana getirilmiştir.

Bugün her fırsatta darbe girişiminde bulunanların en büyük destekçisi, işte bu şaibeli geçmişi olan sermayedarlardır. Gezi isyanı,7 Şubat darbe girişimi,17 Aralık darbe girişimini organize eden hep bu tek parti dönemi CHP ürünü sermayedir.

Ak Parti iktidara geldi geleli, her türlü kumpas kurulmuş; fakat bu kumpasların hepsi halkın iktidara güven ve desteğinin devamı neticesinde akamete uğratılmıştır. Bütün çelme takma girişimlerinin sonuçsuz kalması, “Eski Türkiye” taraftarlarını yeni taktikler geliştirmeye sevk etmiştir. Bu taktiklerden birisi de, daha önce siyaseten sağ partilerde bulunmuş ve isim yapmış; ancak özünde CHP veya MHP’li olanların seçimlerde halkın önüne konulması olmuştur. CHP ve MHP’nin esas itibariyle aynı düşüncelere sahip iki ayrı parti olduğu artık anlaşılmıştır. Aralarındaki tek fark: Devleti ele geçirme jargonlarının farkıdır. Yani ikisinin de önceliği devletin varlığıdır. Bu iki partinin temel felsefesinde, Millet veya halk devlete sahip olan muktedirlerin hizmetkârıdır.

Faşizmin ve komünizmin insanlara neler yaptığını gören Avrupa ve Sovyetler Birliği ülkeleri o sistemlerden kurtuluşun sevincini yaşarken, bizim ülkemizde hâlâ o sistemlerden beslenen fikirlerin savunulması korkunç değil mi? Bizde solcu veya Sosyal Demokrat geçinenlerin beslendiği kaynak ne yazık ki komünizmdir. Son zamanlarda isim yapmak adına, İslâmı zorlama metotlarla, sosyalist (Komünist) bakış açısı ile yorumlayarak seslerini yükselten medya müçtehitleri de İslâmcı kamuoyuna karşı kullanılan başka bir kumpas olarak değerlendirilmelidir.


Allah’tan ki biz bugün muhalefette olanların geçmişini ve yaptıklarını biliyoruz. İşte, bunları bildiğimiz için de onların ebediyen muhalefette kalmaları milletimiz ve devletimiz için çok daha hayırlıdır.