Hudeybiyye
musâlahası (antlaşması),başka İslâm
ülkelerinde de bizde olduğu gibi gündeme getiriliyor mu bilmiyorum. Daha
önceleri de belli kesimler tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmesinin,
ülkemiz gündemindeki olaylarla ilgili bağlantısını pek bulamamıştım. Dershane
olayı ile yeniden Hudeybiyye musâlahasının gündeme getirilmesi üzerine
düşüncelerimi belirtmek istiyorum.
Önce
Hudeybiyye antlaşmasının ne olduğu hakkında bilgi vermek lazım. Müslümanlar için
Mekke’de yaşama şartları çok ağırlaşmıştı. Can ve mal emniyeti yoktu. En kötüsü
inançlarını yaşayamıyorlardı. Müslüman olmaları nedeniyle Mekke’nin müşrikleri
tarafından akıl almaz, insanlık dışı her türlü işkence ve hakarete uğrayanlar
fırsat buldukça Mekke’den kaçıyorlardı. Mekke’den hicret eden Müslümanların
gittiği yer ise Medine idi. Medine, müşriklerin Suriye ve o güzergâh üzerindeki
diğer yerleşim yerlerindeki ticaret yolunun üzerinde bulunuyordu. Müslümanların
Medine’de toplanmaları ve orada fikirlerini rahatça tebliğ ederek çoğalmaları
düşüncesi müşrikleri çok korkuttu. Hz Muhammed’i ne zamana kadar Mekke’de
tutabileceklerdi ki? O’nun da Medine’ye
gitmesi müşrikler için felâket demekti.
Hz.
Muhammed’i Mekke’de tutamayacaklarına kanaat getiren müşrikler, Dürü’n-Nedve
denilen yerde toplanarak, ileri sürülen çeşitli fikirlerden sonra Ebu Cehil’in Hz
Muhammed’i öldürme önerisinde karar kıldılar. Hz Muhammed’in kim tarafından
öldürüldüğünün bilinmemesi ve böylece akrabaları olan Abd’i Menaf oğullarının
kan davası gütmesini önlemek üzere bütün kabilelerden katillerin katılımı ile
bir infaz timi oluşturuldu. Evet, onların bir hesabı vardı ama Allah’ın da bir
hesabı vardı. Müşrikler bundan bihaber idiler. Peygamberimiz, müşriklerin
planından vahiy yolu ile haberdar oldu, ilahi izin ile hicrete karar verdi ve
meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye vardı.
Müşriklerin
planı boşa çıktı ve çok korktular…
Müslümanlar,
Medine’ye geleli altı yıl olmuştu. Burada rahat olmalarına rağmen, doğup
büyüdükleri Mekke’ye hasretleri her geçen gün artıyordu. Her namazda Mekke’ye
dönüyorlardı ve karşılarında Mekke vardı, Beytullah vardı.
Hz. Muhammed,
hicretin altıncı senesinde ashabına Kâbe’yi ziyaret edecekleri müjdesini verdi.
Müslümanlar çok sevinmişlerdi; ancak endişeli idiler. Çünkü Mekke hâlâ
müşriklerin kontrolünde idi. Üstelik Hz. Muhammed, Mekke’ye silahsız gideceklerini
bildirmişti. Yani endişeler yersiz değildi.
Hz.
Muhammed’in amacı, savaşmak değil; sadece Kâbe’yi tavaf etmek idi. Hatta bu
niyetinden Mekke’deki müşrikler endişeye kapılmasın diye, Müslüman olmayanları
da davet etmişti. Çünkü Kâbe Müslüman olmayanlar için de kutsal bir yerdi. Kâbe
bilindiği günden itibaren mukaddes bilinmiştir. Müşrikler kutsal gördükleri
Kâbe’yi tapındıkları putlar ile doldurmuşlardı. Kâbe bu özelliği nedeniyle her
devirde bir cazibe merkezi olmuş ve her bölgeden insanların tavaf niyeti ile
gelmeleri aynı zamanda Mekke’yi bir ticaret merkezi konumuna da getirmişti.
Yemen’de
hükümran olan Ebrehe, Kâbe’nin cazibe merkezi olma özelliğini yok etmek ve
Yemen’i ticaret merkezi yapmak için binlerce kişiden oluşan bir ordu hazırladı.
Kur’an’ı Kerim’deki Fil suresinde de belirtildiği üzere Ebabil denilen kuşların
gagaları ile ordusu üzerine attığı ufacık kum taneleri neticesinde perişan
olmuş ve amacına ulaşamamıştır. Çünkü Kâbe’nin sahibi vardı...
Hz.
Muhammed ve 1400 kadar sahabesi, yanlarında sadece o zaman ki adetlere göre
savaş silahı sayılmayan yolcu kılıcı olmak üzere Zilka’de ayında Kâbe’ye doğru
yola çıktı. Mekkeli müşrikler bunu haber alınca korktular ve bir karar verdiler:
Ne pahasına olursa olsun, Müslümanlar Mekke’ye sokulmayacaklardı. Hâlbuki
Zilkade ayı, Eşhur-u Hurüm denilen aylardandı. Bu aylarda kesinlikle kavga bile
yapılmazdı, değil ki savaş. Müşrikler de bu ayları hürmete değer görürlerdi. Hatta
öyle ki bu aylarda (Muharrem, Receb, Zilka’de, Zilhicce) kanlı oldukları
düşmanları ile birlikte Kâbe’yi bile tavaf ederlerdi. Bilahare hesaplaşırlardı.
Fakat Müslümanlar sözkonusu olunca, müşrikler için hangi ayda olduğunun bir
anlamı yoktu.
Hz. Muhammed,
ashabı ile birlikte müşriklerin korkularının izalesi ve iyi niyetinden şüpheye düşülmemesini
sağlamak amacıyla, kendisi ile savaşmak üzere gönderilen müşriklerin askerleri
ile karşılaşmamak için asıl güzergâhını bile değiştirip zor şartlar altında
yürümeye bir başka yoldan devam ettiler. Hudeybiyye denilen yerde durdular.
İşte Müşriklerle yapılan antlaşmanın adı da buradan geliyor.
Peygamberimizin
mucizesi ile kurak ve susuz olan Hudeybiyye suya kavuşmuştu. Sahabe bir an önce
Kâbe’ye varmak istiyordu. Ama müşrikler kararlı idiler. Birçok görüşmeler
yapıldı ve bu görüşmelerden birisi için de Hz. Osman Müşriklere elçi olarak
gönderilmişti. Hz. Osman’ın müşrikler tarafından öldürüldüğü şayiası çıktı.
Bunu üzerine peygamberimiz, iyi niyetlerini izhar etmelerine rağmen ve üstelik
haram aylardan olan bir ayda (Zilka’de) Hz. Osman’ın öldürüldüğü şayiası
üzerine ashabından, İslâm için canları pahasına savaşmak üzere söz vermelerini istedi.
Orada bulunan kadın-erkek herkes söz verdi, yemin ettiler. İmanları için
canlarının fedası karşılığında verilen sözün en anlamlı ve en üst düzeyde bir taltif
ile ifade edebilmek için bu “söz verme” hadisesine Rıdvan Bîatı denilmiştir. Neyse ki Hz Osman’ın gelmesi ile haberin şayia
olduğu anlaşıldı.
Netice
itibarıyla müşrikler de cahillerin ortak vasfı olan inattan vazgeçmediler.
Oysaki Hz. Muhammed’in savaş niyetiyle gelmediğinden emin olmuşlardı. “Bak,
korktular, onun için Hz. Muhammed’e Kâbe’yi ziyaret etme izni verdiler.”
Türünden dedikodulara fırsat vermemek adına inatlarını sürdürdüler. Ne şiş
yansın ne kebap misali durumu kurtarmak ve olmayan şereflerine halel getirmemek
için anlaşma yolunu tercih ettiler.
Yapılan
görüşmeler neticesinde Müslümanlar, hiç te memnun olmadıkları halde Hz.
Muhammed’in şartları kabulü karşısında “inatlaşmadan”; imanlı insanlara yaraşır
bir davranış sergilediler.
Hakikaten
antlaşmanın şartları çok ağırdı. Peygamberimizin bu antlaşmayı “ağır
şartlarına” rağmen kabul etmesinin, hikmeti sonradan anlaşıldı. Sahabe antlaşma
maddeleri görüşülürken zaman zaman peygambere itirazlarda bulunmuşlardı.
Sonradan bu davranışlarından dolayı da çok üzülmüşlerdir.
Altı
madde halinde yazılıp imzalan Hudeybiyye antlaşmasının asıl önemi:
1-Müşrikler,
Mekke’de varlıklarına dahi tahammül edemedikleri Müslümanların varlığını ve
gücünü kabul etmiş oldu.
2-Antlaşmanın
on yıl süre ile geçerli olmasını kabul etmeleri ile de Müslümanlara rahatça
tebliğ yapma fırsatı verilmiş oldu.
3-Nihayetinde
bu antlaşma, İslâm’ın her tarafa yayılmasının anahtarı olma işlevini gördü.
Özet
halinde de olsa anlattığımız Hudeybiyye antlaşmasını, günümüz Türkiye’sinde
dile getirmenin anlamı nedir? Anlayan var mı?
-Ülkemizde
müşrik mesabesinde olan taraf kim ya da kimlerdir?
-Yine
ülkemizde Hudebiyye’de bulunan sahabe mesabesinde olan kim ya da kimlerdir?
-Hangi
hizmet, Peygamberimizin Kâbe’yi ziyaret niyeti ile denk düşürülüyor?
Bu ve
benzeri sorulara cevap verilmeli ki, ikide bir olur olmaz gerekçeler vesile
edilerek gündeme getirilen Hudeybiyye mantığı anlaşılabilsin.
Mesela,
tarihi şartları içerisinde bir değerlendirmeye tabi tutulan Hudeybiyye
anlaşmasından mülhem, ülkemizde terörün bitirilmesi ve kardeşlik hukukunun
geliştirilmesi mantığı yürütülebilinir mi?
Dershane
açmanın Hudeybiyye ile ne alakası var? Niçin Hudeybiyye antlaşması
hatırlatılıyor?
İktidarların,
demokrasi hukuku içerisinde kendisine tanınan kararlar almasının Hudeybiyye
Antlaşması ile bir uyarlılığı var mı?
Birçok
kararlarına rıza gösterilen hatta memnuniyetle karşılanan ve hararetle
desteklenen iktidarın, dershaneler gibi alanlarda düzenleme yapma yetkisinin
Hudeybiyye Antlaşmasının hangi ruhu ile bağdaştırılıyor?
İktidarın
hangi şartlar dâhilinde katıldığını bilmediğimiz ve fakat uygulamadığı da
bilinen icraatları neden kol kanat kırıyor?
İktidarın,
faizli ekonomik kararlar uygulamasında, Hudeybiyye mantığı nasıl yürütülür?
Hudeybiyye’den
bakışla Türkiye Cumhuriyeti devletinin görüntüsü nasıldır, insanlar bu devlete
karşı nasıl bir davranış içerisinde olmalıdırlar?
İslâm’ın
ve peygamberin, kişisel veya grupsal ya da cemaatsal veya ideolojik hesaplar
için, hesaplarına geldiği gibi gündeme taşınarak, mağduriyetler oluşturulması
oyunlarına son verilmesi için ne yapılmalıdır?
Yoksa
bütün bu mülahazaların dışında Hudeybiyye mesajı ile her ne pahasına olursa olsun,
menfaatlerine dokunulduğunda sonuna kadar savaşmak coşkusu mu verilmek
isteniyor?
Eğer
amaç bu ise müritlerin canları pahasına savunması gereken gayenin ne olduğunun
açıktan ifadesi gerekmez mi?
Demokrasinin
kanunları karşısında zora girenler, çıkar yol olarak Hudeybiyye’nin “Rıdvan Biatı”
ruhundan destekli “cihad” yoluna başvurmaktan çekinmiyorlar. Hudeybiyye’nin
günümüz olayları bağlamında başka türlü yorumlanması biraz kandırmaca gibi
duruyor.
Gözden
kaçırılmaması gereken en önemli husus şudur: Hudeybiyye Antlaşması müşriklerle
yapılmıştır.